Marco Polo tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor. “Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavisi” der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler, “Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer…”
Marco cevap verir, “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
Görünmez Kentler, Italo Calvino
Akıl sır erdiremediğim rüyalar görüyorum. Gözlerimi ne zaman kapasam kan ter içinde kalıyor ve vücudumun her noktasında dayanılmaz acılar hissediyorum. Sanki kanım çekiliyor, iğneler batırılıyor ve kalbim sökülüyor. Hep aynı sahne, aynı hisler ve aynı korku kaplıyor bedenimi. Uzun bir yol görüyorum önce. Etrafımdaki karanlık tüylerimi ürpertiyor. Sanki arkamdan birileri itekliyormuş gibi yürüyorum. Nereden geldiğimi ya da nereye gideceğimi bilmiyorum. Kafamı geri çevirip arkama baktığımda kimseyi de göremiyorum. Kulaklarıma sesler geliyor ama göremiyorum. Ayağımın altındaki zemin sanki kayıyor ve ileriye doğru yürümek zorunda kalıyorum. Bir an düşmemek için bir yerlere tutunmaya çalışıyorum, ama tutunamıyorum. Kahkahalar yükseliyor, anlayamıyorum. Korkuyorum. Önümde uzayıp giden bir yol var. İnce bir çizgi gibi fark ediyorum bunu. Onun dışında karanlık ve yalnızlık hâkim… Nasıl ve neden yaptığımı bilmiyorum. Sadece yürüyorum. Kendime şaşırıyorum üstelik. Yalnız kalmaktan, karanlıkta yürümekten çok korkan ben; nasıl oldu da böyle bir rüyanın içine düştüm?
Ben karanlıkta nefes dahi alamam ki!
Acaba kim itti beni buraya? Ya da kim çıkarabilir beni bu karanlık rüyadan?
Sonra bir anda değişiveriyor dekor. Karanlık dağılıyor. Sıra ile saksılar beliriyor görebildiğim yerlerde, içlerinde rengârenk çiçekler var, mis gibi kokular yayılıyor etrafa. Yüzümün şekli, kalbimin çırpınışı ve yürüyüşüm değişiyor. Sonra taş bir duvar beliriyor yanı başımda. Duvar boyunca yürüyorum ve aklıma İtalo Calvino’nun Görünmez Kentler isimli kitabı geliyor. Marco Polo ve Kubilay Han’ın, bir duvar ve duvarı oluşturan taşlar hakkında yaptıkları sohbet canlanıyor gözlerimin önünde. Sanki şu anda yanı başımda konuşuyorlar. Elimi uzatsam duvardan bir taş çekebileceğim, ama yapmıyorum. Çünkü biliyorum. Bir taş çekilirse denge bozulur ve duvar yıkılır.
Bu duvarı oluşturan şey taşlar değil, taşların birlikteliği… Tek başlarına bir değerleri yok belki, ama bir araya geldiklerinde değerliler. Rüyalarımda dahi olsa değerliler. Çünkü onların birlikte oluşturduğu kavis onları değerli kılıyor…
Sonunda üç devasa kapının önüne varıyorum. Duvar sonlanıyor. Marco Polo ve Kubilay Han yok oluyorlar. Geçmişte okunan bir hikâyeden mi, yoksa içgüdüsel mi bilmiyorum, bir tanesini seçmem gerektiğini hissediyorum. Birbirinin aynı üç devasa kapı ve birini seçme mecburiyeti…
Hayat seçimlerden ibaret değil mi!
Hep tercih etmek zorunda bırakılıyoruz. Pembe mi mavi mi? Ekşi mi tatlı mı? Kar mı güneş mi? Hayal mi gerçek mi? Birini seçerken diğerini illa ki bir kenara itiyoruz. Hayatın gerçeği bu, pişman olmak istemediğin seçimleri yaparken tozpembe hayallere dalmayacaksın. Çünkü her seçim bir terk ediş, her terk ediş bir pişmanlıktır. Fakat insanız, beşeriz, hatalardan ders çıkarırız.
Peki, bu modern hayat zımbırtısı içinde hata yapmamıza izin var mı? Yoksa ilk hatada gözden düşecek miyiz?
Sonra bütün bu düşüncelerle devam etmek istiyorum, adım atıyorum ama olmuyor. Üç kapı arasında bir seçim yapamadan yavaşça açılıyor gözlerim.
Her seferinde böyle oluyor. Kimi zaman çalan saat sebep oluyor buna kimi zamansa susuzluğun etkisi ile damağımın kuruması… Ama her seferinde bir şekilde uyanıyorum ve üç devasa kapı arasında bir seçim yapamıyorum.
Öğle veya gece uykusu fark etmiyor, ne zaman gözlerimi kapasam bir şekilde bu üç devasa kapının önüne geliyorum ve tüm gizemi çözecekken bir şekilde uyanıyorum. Önce şaşırıyorum sonra uyanabildiğime şükrediyorum.
O kapılardan birini seçmek ve diğer ikisini ardımda bırakmak istemiyorum. İlla bir seçim yapılacaksa her birinin ardındakini görmek ve bilmek istiyorum. Ben kapıların önümde açılmasını istiyorum. Ardı sıra dizilmiş kapıların önünde beklemek ve kuşandığım anahtarlarla her birini özenle açmak tek dileğim…
Kilitli kalmasın hiçbir kapı, rüyalarım gerçek olsun!
Peki bütün bu kapıların anahtarı ne olabilir?
Para mı? Şöhret mi? Ahlak mı? İnanç mı? Dostluk mu? Aile mi? Yalan mı? Yalnızlık mı?
“Bu hayatta paradan yana yüzün gülüyorsa açamayacağın kapı yok” diyor bazıları. Fakat her kapıyı açabiliyor olmak insanı huzurlu kılar mı
Hâlâ tüm kapıları açmak istiyor musun?
Aslında ben sadece kaçmak istiyorum. Etrafımı saran bu güvensiz ilişkilerden uzaklaşmak, sadece Pervin ve Bal Böceğimin beni bulabileceği bir yere saklanmak istiyorum.
Öyle zor ki! ‘Modern hayat’ denilen şu curcuna içerisinde gün içinde neler yaşıyorsam, aklıma onlar geliyor. Başımı her gece yastığa koyduğumda içim aynı sızıyla titriyor.
Hiç bitmeyen toplantılar, birbiri ardına gelen mesaj ve mailler, zoraki de olsa gülümsemenin yanına sıkıştırılmış laflar ve daha neler neler…
Neyin ne kadar önemli olduğu konusunda hiçbir fikrimiz yok. Şirazeyi kaçırıyoruz. Asıl değerli olanı unutup aracı hedef hâline getiriyoruz.
Uyanın millet! Birbirimizi uçuruma sürüklüyoruz.
*
Okumaya devam et →Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...