Yol boyunca bunu geçirdim aklımdan ve attığım her adımda bedenimi lime lime parçalanmış gibi hissettim. Bacaklarım sanki benim değildi. Kollarım sanki başka bir adamın kollarıydı. Ellerim o kirli işlerin peşindeyken gözlerim aynı manzaranın karşısında yaşarmak üzereydi.
Peki ya kulaklarım!
Hep aynı kelime yankılanıyordu kulaklarımda. “Kimim ben söyle?”
Bekledim.
Salyalarını etrafa saçarak kinini, intikamını, acısını çıkarmasını bekledim. “Söyle ben kimim?” Ellerini masanın üstüne vurarak aramızdaki engeli kaldırmayı düşünüyordu.
Ben ise masanın diğer tarafımdaydım. Son yanımda bir kukla vardı. Dilsizdi. Sağırdı. Kördü. Ellerim önde bağlanmış, dilimin ucuna gelen kelimelerin önüne kalbim siper olmuştu. Dişlerimin arasına sıkışan harfler beynimin her zerresine noradrenalin zerk ederken nabzım hızlanıyor, sanki kanım iç organlarımdan derime doğru hızla çekiliyor ve damarlarım belirginleşiyordu. Alnımdaki damarın zonklaması ile saçlarım istemsizce hareket ediyordu.
Fakat ruhum, “Ya hep ya hiç” diyen aklımı dinlemiyor ve çenemi sımsıkı bağlıyordu. Ayaklarımı yere sabit kıldım. Derin bir nefes aldım.
Kendimi; kayalıkların en ucunda, rüzgârın hışırtısı ve sonsuzluğun hayaliyle gözlerini kapamış, kollarını iki yana açmış bir beden gibi düşünmeye başladım. Okumaya devam et