Öyle bir yüzyılda yaşıyoruz ki, var olmak için çırpınan tüm çağdaşlarımız tam anlamıyla yok etme, parçalama, öğütme ve tatmin olamama üzerine kurulu bir düzeni bizlere dayatıyorlar. Yaşamak diye önümüze getirilen her şey aslında bizi yaşamın dışına, toplumun kıyısına, yeryüzünün uzağına götürüyor. Zevk, heyecan, haz ve ihtişam peşinde koşmayı hayatın anlamı kabul ederken sevgi, vicdan ve infak etme gibi duyguları kalbimizden çıkarıyoruz.
Ne oluyor bize. Hadi sonraki kuşaklara temiz bir dünya, yeşil bir gezegen bırakamayacağımızı net bir şekilde hepimiz biliyoruz. Peki ya insanlığı olsun bırakamaz mıyız?
Sosyal hayatın bir parçası olayım, toplumdan uzaklaşmayayım diye çırpındığımız her saniye vicdanımızı, karakterimizi, hislerimizi ve duygularımızı bir kenara iterek sadece rasyonel kaygılarımızı açığa çıkarıyoruz.
Para, makam, şan, şöhret, başarı ve itibar için daha kaç gülün solmasını görmemiz gerekiyor.
Kendimizi değil sadece, topyekûn dünyamızı uçurumun kenarına götürdük. Sonumuzun nasıl olacağını görmemize rağmen celladına âşık bir idam mahkûmu gibi hareket ediyoruz.
Dünyayı parmaklarımızın ucuna getirdiğimizi düşünürken neleri kaçırdığımızı görmemiz için kafamızı kaldırıp etrafa bakmamız gerekiyor.
Tüm bunlar olup biterken nefes alıp vermeyi bıraktığımız küçük aralarda insani birkaç düşünceyi bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirip nefes almaya devam ediyoruz.
Bu dünyadan başka nefes alabileceğimiz bir dünya var mı Okumaya devam et