Zifiri bir karanlık dört bir yanı sarmıştı. Hani karanlığın uğultusu ve sessizliğin çığlığı insanın kalbini ele geçirir ya, o şekilde, tüm bilinmezler Umut’un üzerine doğru saldırıyordu. Etrafına bakındı, birkaç adım atmaya çalıştı. Rüzgarın tenine dokunmasıyla tüm tüyleri diken diken olmuştu. Önce nerede olduğunu anlamaya çalıştı, buraya nasıl geldiğini düşündü. Fakat hiçbir şey hatırlamıyordu. Sanki ilk nefes, ilk bakış, ilk an gibiydi. Öncesi yoktu. Sonrası bilinmiyordu. Kafasını sağa sola çevirdi ama hiçbir şey göremiyordu. Ellerini iki yana açtı ve sağa sola yumruklar savurdu. Boşluğa dokunarak tıpkı bir ağma gibi yolunu bulmaya çalıştı. Sonra kabuklarına dokunarak kalın gövdeli bir ağacı fark etti. Yere çöktü, ayaklarının altındaki zemine dokundu. Yerler hafif nemliydi. Korkuyordu. Olduğu yere çömeldi. Anne karnındaki gibi bacaklarını gövdesine doğru çekti. Karanlığın etkisiyle salgıladığı kortizol, sessizliğin verdiği ürperti ve bilinmezliğin oluşturduğu yalnızlık hissiyle kalbi çok hızlı atmaya başladı, iki kaşının arasındaki damar belirginleşti ve şakaklarından ter damlaları düşmeye başladı.
Bir ses duyduğunu düşündü, “Kim o!” diye haykırdı karanlığa, “Kim var orada.”
Hiçbir cevap gelmedi.
Bacaklarının titrediği iyice belli oluyordu. Altını ıslatmış olabilir miydi? Tekrar bağırdı, “Kim o?”
Yine bir ses yoktu.
Sonra uzaklarda bir yerlerde bir ışık parladı, yıldız kayması gibi ve ardından uzaklarda çok uzaklarda bir beyazlık göründü. Hayır, hayır bu beyazlıktan daha farklı alacalıktı, tıpkı bir gökkuşağı gibi, siyahın içinde kendini gösteren, karanlığın ortasında apaydınlık belli olan bir şey. Üzerindeki tırsak hali bir an unuttu ve gözlerini dört açarak görmeye çalıştı. Karşısında parlayan ışık büyüdü, büyüdü ve ardından sarı saçlı bir kız çıktı.
Kız elleri ile gel işareti yapıyordu. Umut öylece bakakaldı. Sonra ayağa kalktı ve yürüdü. Heyecanlanmıştı. Birkaç adım attı ki ayağı büyük bir çukurun içine girdi. Olduğu yerde debelendi Umut fakat yanında ne ağaçlar vardı ne de ayağı bir çukurdaydı. Her yer karanlıktı ve Umut sadece uyumakta olduğu yataktan yere düşmüştü. Üzerine aldığı yorgan bacaklarına dolanmış, çarşaf kollarına dolanmıştı. Yüzü damla damla terlemişti. “Anne,” diye bağırmak geldi içinden gayriihtiyari olarak ama bağırmadı. Nerede olduğunu anlamak birkaç saniyesini almıştı. Yatağının kenarında tahta zemindeydi. Oturuyordu. Etrafına bakındı. Kafasını kaşıyarak ayağa kalktı. Burası Ulak’ın evinin misafir odasıydı ve dün gece uyuduğu camın önündeki sedir gözlerinin önündeydi.
“Sadece bir rüya!” dedi kendi kendine. Yatağına bir daha uzandı ve yere düşe yorganını tekrardan üzerine aldı. Pencereden içeri yavaş yavaş ışık süzmeleri girmeye başlamıştı. Gün ağarıyordu. Gözlerini kapamak istedi ama yapamadı, çünkü ne zaman gözlerini kapayacak olsa biraz önceki rüyaya dalacak gibi oluyordu. Gördüklerini aklından çıkaramıyordu. “Karanlık, korku, ışık ve sarı saçlı kız…” dedi kendi kendine, “Burada ne işim var?”
Gözlerini kapamayı denemekten vazgeçti. Kafasını pencereden uzatarak ağaran havayı izlemeye karar verdi. Güneş şehri aydınlatmaya başlamıştı. Kendi duyabileceği şekilde, “Zalifre” dedi. Dün geceki konuşmaları ve Mürşit’in anlattıklarını aklına getirdi. Çok fazla konudan bahsetmişti Mürşit. Dervişin madalyonundan, geçmişten, Zalifre’nin kuruluşundan ve Karaliçe’nin zulmünden. Kafası karmakarışıktı. Yemekten eve gelinceye kadar kimse ile konuşmamıştı. Niçin burada kaldığını dahi çözemiyordu. Yapabilecek farklı bir şeyi yoktu ki, nerede olduğunu bilmiyordu. Buradan nasıl ayrılacağı hakkında da hiçbir fikri yoktu. Kollarını çimdikliyor ve acı çekiyordu, demek ki bu bir rüyada değildi. Ama inanması durumunda başına nelerin geleceğini düşünmeye çalıştığında ise daha fazla ürküyordu. Kalbine bir korku kümeleniyordu. Sonra yine Mürşit’i düşündü. Ona güveniyorlardı, o ise kendisine güvenemiyordu. Derinden bir “offf…” çekti ve Zalifre’yi izlemeye devam etti. Okumaya devam et