Hikaye ve anlatının üzerimizdeki etkisinin ne denli boyutlara varabileceğini görmek için kendimizi bir dizi alerjik teste tutmamıza gerek yok. Turnusol kağıdının renginin kırmızı veya mavi olması bizi doğruya veya yanlışa götürmez. Sadece bir seçimden diğerine sürükler ve sonunda biri diğerinden üstün olur, o kadar. Ana rahmine düştüğümüz andan son nefesimizi verdiğimiz ana kadar hep bir seçime zorlanırız. Okulda hayatın seçimlerden ibaret olduğu ve doğru yolda kalabilmek için illa ki seçimlerimizi doğru bir şekilde yapmamız gerektiği öğretilir. Eğer diğerlerinden farklı veya yanlış seçimi tercih edersek başımıza hiç istemediğimiz şeyler gelebilir. Fakat hikayeler bunun tam tersi bir his yaşatır bünyemize; sıcak kumlardan serin sulara atlamak gibi, üç sıfırdan geri dönüp maçı kazanmak gibi, uykusuz bir gecenin sabahında gün doğumunu beklerken güneşin bulutlar ardında kalması gibi… Hikayeler hayatımızın bir seçimden çok daha fazlası olduğunu, doğru ve yanlış arasında illa ki bir seçim yapmamız gerekmediğini, deneyerek yanılarak ve zorlanarak hayatımızın her anını hissedebileceğimizi gösterir.
Sözün özü hikayeler aslında hayatımızın her alanını kapsamaktadır. Daha açık bir ifade ile hayatımız seçimlerden değil, hikayelerden ibarettir. Kimi zaman bir anlatıcı oluruz kendi hikayemizde ve soluksuz anlatırız, kimi zaman olayın içinde yan karakter oluruz ve masadaki espriler ana karakter üzerinde yoğunlaşırken hafifçe tebessüm ederiz, kimi zaman da baş role soyunur ve kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde öne çıkar kendi hikayemizi yazarız. Öyle ya da böyle anlatıcı, yan karakter, kahraman, dinleyici, izleyici…
Peki, bu eksenden konuya yaklaştığımızda esas rolde kim olur? Okumaya devam et