Amritsar’da altın tapınağın arka tarafındaki soğuk mermerler üzerinde otururken kendime onlarca kez sordum; “Benim burada ne işim var?”
O gün bir cevap bulamadım ya da kendimle yüzleşmek istemedim.
Yola düşmeden önce bir gezgin arkadaşım şöyle bir şeyler söylemişti;
“Hindistan’a gittiğin ilk birkaç gün nerede olduğunu, nasıl bir karmaşanın içine düştüğünü pek anlayamayacaksın; kokuya, seslere, gördüklerine ve bilinmezliğe ayak uydurmaya çalışacaksın ve bu gizem hoşuna gidecek. Sonrasında ise ben neden buradayım gibi cümleler kurarak Hindistan’dan nefret etmeye başlayacaksın, yemeklerini yiyememenin verdiği sıkıntı, sokaklardaki o baharat kokusu ve her köşe başında gördüğün inekler mideni bulandırmaya başlayacak. Bir an önce kaçmak isteyeceksin ama ta ki ne zaman içindeki çocukluğundan gelen alışkanlıkları bir rafa kaldırıp, burada insanlar yaşıyor ve bu bir kültür diyerek yaşadığın andan tat almaya başlarsan işte o günden sonra Hindistan sana kapılarını açmış olacak. Günler geçecek gezinin son günlerine geleceksin, yorgun ve bitkin bir halde ülkenin yolunu tutacaksın, gördüğün her şey gözlerinin önünden film şeridi gibi geçecek, konuştuğun tüm insanların sesleri ve o her yerde çalınan müzikler kulaklarında çınlayacak. Gülümseyeceksin ama hiçbir şeyin farkında olamayacaksın. Geçip giden zamanın hayatının en güzel günlerinden olduğunu daha fark edemeyeceksin.
Ailene kavuşacaksın, ülkendeki herkes sana gülecek, sen gördüklerinden anekdotlar anlatacaksın. Günler aylar yıllar geçecek ve en sonunda bir sabah kalkıp yatağının üzerinde otururken ellerini başına götüreceksin ve o gençlik yıllarında yaptığın gezinin özlemi ile yanıp tutuştuğunu fark edeceksin. Hindistan kalbine bir sızı olarak düşecek ve heyecanlanacaksın. İlle de bir yerlere gitmek ama özellikle Hindistan’ı bir daha görmek isteyeceksin…” Okumaya devam et