Kulaktan kulağa, nesilden nesile bugünlere ulaşan ve günün birinde benim muradım olan bir hikâye bu. Öyle ki ne anlatanı bilinir, ne dinleyeni tam olarak sırrını çözebilir. Bir canavardan bahseder, bir akıl tutulması ile biter…
Bir zamanlar, çağın ve zamanın ötesinde, kimine göre uzak kimine göre yakın ama kem gözlerin ulaşmadığı, güneşin ısıttığı ama kavurmadığı, toprağın bereketi ile üstünün renk renk çiçeklerle döşendiği, uçsuz bucaksız denizlerin arasında ve kuş seslerinin rüzgara karışarak yemyeşil ağaçları dolaştığı adı sanı bilinmeyen bir yer varmış. Bu yer öyle güzelmiş ki kelimeler orayı anlatmaya yetersiz kalırmış. Bir adı var mıymış yok muymuş bilinmez, ben duymadım.
Sanırım herkes kalbinden geçen en güzel kelimeyi seçiyormuş. Tabii birde o yerde yaşayan hiçbir canlının oraya bir ad takma düşüncesi de yokmuş. Toprak derlermiş, hava derlermiş, gök derlermiş, su derlermiş, ağaç derlermiş… velhasıl kelam uçsuz bucaksız bir orman derlermiş…
Hımm bu arada, o yerde yaşayan canlılar demişken, kim varmış kim yokmuş anlatayım.
Okumaya devam et