Sınır Tanımaz Gezgin
“Güneş Ülkesine Yolculuk”Bu kitapta anlattıklarımdan burada kesinlikle bahsedemem. Çünkü bahsettiğim anda, rengârenk insanlar, kayıp kentler, akıl almaz öyküler, uçan halılar, tütsü kokuları ortalığa saçılabilir. Sayfaların içinden bir el çıkıp seni içeri çekerek, hiç gitmediğin ülkelerin, hiç görmediğin sokaklarında dolaştırabilir.
Ülkeler arasında neden sınırlar var, özgürlük için ne kadar bedel ödemek gerekir, Güneş Ülkesi’ne otobüsle nasıl gidilir?… Bu kitaptan birazcık bahsetsem bunların hepsi ortaya çıkabilir. Ama sakın ısrar etme, burada söylemem. Çünkü ancak açıp okursan, bu kitap sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösterebilir.
Satın almak için: Güneş Ülkesine Yolculuk
Son söz;
Hesapta olmayan bir şekilde son buldu, benim için. Aylar önce bu gezinin sonunda içinde bulunduğum bu düşüncelerle geri geleceğimi asla tahmin edemezdim; yeni yerler görmüş, mutlu insan yüzlerini pozlamış, güzel bir yaz tatilini bitirmiş olarak geri gelmeyi hayal etmiştim. Fakat yol beni eski halimden daha da düşünceli bir hale soktu. Dünya insanları, huzur, savaş, üstün insan düşüncesi. Yüzyıllardır devam eden kölelik. Karmakarışık bir haldeyim…
Bu kadar kısa bir süre içerisinde yaşadığım her şeyi abartarak, süsleyerek, allayıp pullayarak ve içine imkansız anekdotlar sokarak anlatabilmeyi yeğlerdim ama olmadı, yapamadım. Neler gördüysem, neler yaşadıysam ve kimlerle tanıştıysam sizlere sadece onları aktardım. Kelimelerimin kanatları kırık, ne kadar uğraşsam da yüksekten uçamazlar fakat biliyorum ki siz hayallerinizle onların kanatları olacaksınız.
Uzunca bir ah çekerek yıllar geçtikçe ballandıra ballandıra anlatacağım bu geziyi;
İran;
Hakkında öyle sözler işitmiştim ki, bir sürü mail gelmişti adresime. Şahın dönemi ve sonrasına ait resimleri içeren, “Ülkemizin bu hale gelmesine izin vermeyiz!!!” diye notlar düşülmüştü. Komik belki ama geziye çıkmadan önce okuduğum bazı tarafsız yazarların anlattıkları İran’dan korkmuştum. Kara çarşaflı kadınlara baktığım an asılacağımı düşünüyordum ve dikkat etmeliydim. Lakin öyle olmadı.
Hakkari sınırını geçer geçmez kendimi hoş bir kokunun eşliğinde içten bir muhabbetin içinde buldum. Sokaktaki insanların her biri bize yardım etmeye çalışıyordu. Tebriz’de Ali Bey ve eşi Masume Teyzemin bize göstermiş oldukları misafirperverlik daha önceki bütün düşüncelerimizi değiştirmişti. İran anlatıldığı gibi karanlık değil, insanları bahsedildiği gibi cahil değil ve amaçları sadece savaş çıkarmak değil.
Tahran, Tebriz, Şiraz, Yezd’de unutulmaz anlar yaşadık ve İran’ı tanıdık ama özellikle İsfahan bizim ana yurdumuz gibiydi, masallar içinden bir şehir, dünyanın yitirilmiş yüzü.
Cuma günü namaz vakti bütün sokaklar boşalıyordu, parklarda yeşil çimenler üzerinde sere serpe yayılmış insanlar bizlere çaylarından ikram ediyorlardı ve akıcı İngilizceleri ile hoş sohbet ediyorlardı. Küçük çocukların mahalle aralarında top koşturmalarına ortak oluyorduk, yol kenarlarından soğuk sebil sulardan içiyorduk ve felafil, acılımı acılı bir felafil yiyip öğle sıcaklarının geçmesi için bir ağacın gölgesinde kestiriyorduk.
İran Müslümanlarının yaşantıları hakkında bilgi edindik. İran’da günde üç defa ezan okunuyordu ve ezan okunmaya başladığı zaman abartısız on dakika sürüyordu, eklentileri varı. Öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek kılıyorlardı ve sünnetleri hiç kılmıyorlardı. Tebriz’de Ali amca sizin namazlarınız da kıl kıl bitmiyor diyerek bizi güldürmüştü. İran’da türbeler önemli yer tutuyor, altın işlemeli türbelerin her gün binlerce ziyaretçisi oluyordu.
İran’da yabancı sermayenin epey dikkatimizi çekmişti. Arabaların birçoğu İran yapımıydı…
Gelecekte bir daha gitmek istediğim güvenli ülke…
Pakistan;
İran sınırını geçip Pakistan giriş mühürlerini pasaportlarımıza vurdurduktan sonra Kui taftan’a girdik. Pakistan tüm yıkılmışlığı ile karşımızdaydı. O gün çok korkmuştuk. Quetta’ya kadar bizi götüren otobüs on yedi saat boyunca canımızı çıkarmıştı. Lahor ise o güne kadar gördüğüm şehirler arsında en pisiydi.
Pakistan Hindistan’dan koparıldı. İngilizler dini farklılıkları göz önüne sererek insanları parçaladılar. Aileler dağıldı, komşular düşman oldu ve iki zayıf devlet oluştu. Gandhi’nin hayatını konu edinen 1982 yapımı hoş bir film izledim, Pakistan’ın koparılışını güzelce anlatmış, izlenmesini tavsiye ederim.
Pakistan’ın kuzey kısımlarında yeşil dağlık alanlar ve yol boyunca birçok kişiden duyduğumuz Kaşmir var; bir tarafı Hindistan sınırları içinde, diğer yanı Pakistan. Halk çatışmaların arasında kalmış. Şu günlerde Kaşmir’e kimseyi sokmuyorlar. Umut ediyorum ki gelecekte bir gün oraya gidebilirim…
Hindistan;
Amritsar’da altın tapınağın karşısında soğuk mermerler üzerinde otururken kendime onlarca kez sordum “benim burada ne işim var?” ve cevabı o gün verememiştim. Şöyle duymuştum bir gezginden;
“ Hindistan’a gittiğin ilk birkaç gün nerede olduğunu pek anlayamayacaksın, kokuya, koşuşturmacaya ayak uydurmaya çalışacaksın ve bu hoşuna gidecek. Sonrasında ise ben neden buradayım gibisinden cümleler kurarak Hindistan’dan nefret edeceksin, yemeklerini yiyememenin verdiği sıkıntı, sokaklardaki o baharat kokusu ve her köşe başında gördüğün inekler mideni bulandırmaya başlayacak. Bir an önce kaçmak isteyeceksin ama ta ki ne zaman içindeki çocukluğundan gelen alışkanlıkları bir rafa kaldırıp, burada insanlar yaşıyor ve bu bir kültür diyerek yaşadığın andan tat almaya başlarsan işte o günden sonra Hindistan sana kapılarını açmış olacaktır. Günler geçecek gezinin son günlerine geleceksin, yorgun ve bitkin bir halde ülkenin yolunu tutacaksın, gördüğün her şey gözlerinin önünden film şeridi gibi geçecek, konuştuğun tüm insanların sesleri ve o her yerde çalınan müzikler kulaklarında çınlayacak. Gülümseyeceksin ama hiçbir şeyin farkında olamayacaksın. Geçip giden zamanın hayatının en güzel günlerinden olduğunu daha fark edemeyeceksin.
Ailene kavuşacaksın, ülkendeki herkes sana gülecek, sen gördüklerinden anekdotlar anlatacaksın, günler aylar yıllar geçecek ve en sonunda bir gün sabah kalkıp yatağının üzerinde otururken ellerini başına götüreceksin ve o gençlik yıllarında yaptığın gezinin özlemi ile yanıp tutuştuğunu fark edeceksin. Hindistan kalbine bir sızı olarak düşecek ve heyecanlanacaksın. İlle de bir yerlere gitmek ama özellikle Hindistan’ı bir daha görmek isteyeceksin…”
Benim durumum biraz daha farklı oldu, gezinin ardından hiç vakit kaybetmeden bütün metaryallerimi bir araya toparladım, fotoğraflarımı düzenledim ve gezi notlarımı bilgisayar ortamına taşıdım. Her gün o gezinin bir parçasını baştan yaşıyordum. Ender, Harun ve Fatih ile buluşup sabahlara kadar o günler hakkında konuştuğumuz geceler hala devam ediyor ve her birinde farklı bir anıyı ön plana çıkarıyoruz.
Hindistan’ın farklı bir yanı var, kimi zaman içimi ürpertti, kimi zaman midemi kaldırdı, kimi zaman dersler verdi. Kardeşlik, birliktelik ve yaşamın geçiciliği hakkında hiç tatmadığım tatları tattırdı.
Gandhi’nin söylemek istediklerini gezi öncesinde okumuş ama tam olarak kavrayamamıştım, Hindistan’ı görüp, tren yolculukları ile seyahatim şekillendikçe, yalnız kaldığım her anda onun düşüncelerinin doğruluğunu, kardeşlik dediği şeyin hangi boyutlarda içimize işlemesi gerektiğini ve insanı insan yapan değerlerin yüreğimizin derinliklerinde olduğunu anladım. Apoletlerin, adımızın önüne gelen takıların ve üstümüzdeki kıyafetlerin hiçbir önemi yoktu, insanlığını yitirdikten sonra…
Nepal;
“Pokhara’daki dinginliği ömrümün hiçbir anında yaşayamadım”
Bu söz bana ait değil, bizi Nepal’e gitmeye iten bir gezgine ait. Öyle övgüler öyle fotoğraflar görmüştük ki, eğer Nepal’e gidemeseydik bu gezi yarım kalırdı. Dünyanın zirvelerinin eteklerinde yaşayan bağımsızlıklarına düşkün nepaliler ile birlikte geçen on beş günümüsizlere nasıl tasvir etmeliyim onu düşünüyorum.
Önce Pokhara’yı gördüm, yeşillikler içinde göl kıyısında şirin bir şehir. Gün ışırken uyanıp bisikletlerinin arkasında sıcacık poğaça satan çocuklarla tanışıp poğaçalardan altım. Bir bisiklet kiralayıp gölün kıyısında özgürlüğe pedal çevirdim. Köylüleri gördüm, çalışan, okuluna giden, güneşin karşısında kestiren…
Dünya barışını simgeleyen tepeye doğru çıkmaya çalışırken yağmura yakalandım ama yağmur dinsin istemedim yürüdüm kayıkla dolaştım. Otobüsün üstünde yolculuk yapan insanları kıskandım. Tapınaklar gördüm. Masumiyeti yaşadım. Ve. Dinginliği ben Pokhara’da hissettim.
Katmandu’da kalabalığı, inançların sinerjisini ve doğallığı yaşadım. Kumari ile tanıştım, çocuklarla fotoğraf çektirdim, oyunlar oynadım. On beş günün nasıl geçtiğini anlayamadım.
Ben Nepal’den ayrılırken yağmur yağıyordu ve ümit ediyorum bir dahaki gidişimde beni yağmurlar karşılar…
Bitti…
Döndüğüm de ben eski ben değildim, en azından düşüncelerim…
Aklımdan hiç çıkmıyor;
Nepal Hindistan sınırı arasında yaklaşık on kilometrelik bir yolu bisiklet rikşayla geçmiştik ve dolunay vaktiydi, etrafımızdaki ateş böceklerini izlerken çocuklar gibi şen şakraktık. Gecenin karanlığına türküler söylemiştik.
Lahor’da gecenin bir vakti kaldırımda oturup meyve suyu içmiştik ve ardından penceresiz odamıza geri dönmüştük, o geceyi düşündükçe hala daha terliyorum.
Jaipur’da fille asfalt yolun kenarındaki turumuzu ve Jaiselmar’daki deve yolculuğumuzu gülümseyerek hatırlıyorum.
Omzumdan tutup tişörtümdeki yazıyı göstererek “Sen bu kızı nereden tanıyorsun?” diye soran o İspanyol kadını hiç unutamıyorum. Rachel Corrie yazıyordu tişörtümün üstümde ve o ismin hangi manaları yüklendiğini bilen ender kişilerden biriyle ben Hindistan’ın küçücük bir şehrinde karşılaşmıştım.
İlk kalıcı durağımız Tebriz’de bizi misafir eden, ayrılırken sizler bizim oğlumuz oldunuz diyen dostlarımızı; Ali amcayı, Masume Teyzeyi, Ehsan abiyi, Hasan Abiyi, Leyla’yı ve diğerlerini nasıl unutabilirim.
Ve İsfahan’da akşam vakti ceminin bir köşesinde namaz kılarken yanıma yaklaşan iki gencin çekingen bir halde tanışmak istemeleri ve sonrasındaki şehir turumuzu özlüyorum. Onlarla hala haberleşebilmek o geceyi tekrar tekrar yaşamama vesile oluyor.
Gezmek- gitmek ama yavaşça, geçtiğiniz tüm şehirlerde bir anı, iz bırakarak, çocuklarla oyunlar oynayarak, hiç yemem dediğiniz o farklı yemekleri yiyerek, gezmek ve hiç terk edemem dediğiniz rutin hayatı bir kenara iterek uzaklara gitmek, doğası gereği insanı huzurlu kılıyor.
Son sözüm;
Bu kadar şehir ve insanı gördükten sonra ülkemi ve milletimi düşünüyorum. “Ülkem, insanlarım dünyanın neresinde?” Bir yanımız da geçmişin izleri ve köklü Doğu medeniyetimiz, diğer yanda modern dünyanın ayak sesleri milenyum çağının batısı; biz iki yana da aynı oranda uzağız. Bir yanı kaybetmişiz, bir yanı kazanamamışız.
Biz ne doğuluyuz artık ne de batılı, arada bir yerlerde sıkışıp kalmışız.
Hangi yöne dönsek yabancıyız… Ötekiyiz…