Benim hikâyem ne zaman başladı?

Bu sabah mı? Parkeye adım attığımda mı? Bu kalemi elime aldığımda mı? Yoksa hayal edip inandığımda mı?

Sanırım bu sorunun cevabı bu satırların içinde saklı.

Bu hikâye sadece benim hikâyem değil, bu benimle birlikte inanan bir grup arkadaşın, ailenin, mahallenin ve neslin hikâyesi. Bu bizim hikâyemiz. Çünkü bu hikâyenin kahramanı biziz.

Peki, biz kimiz?

Biz, dostluğa inanan, hayal eden ve kazanmak için gücünün son damlasına kadar çalışan Köyiçi’nin Boğalarıyız.

*

Bankta otururken bacaklarımın titremesine engel olmaya çalışıyordum. Eşofman sanki tüm vücudumu kaplamış ve beni gizlemişti.  Kafamı kaldırıp arkadaşlarımın yüzüne bakamıyordum. Koç elinde oyun planını gösteren tahtayı yere attı. Sonra sinirli bir şekilde boşluğa bir tekme savurdu. Gözlerinden ateş püskürüyordu. O an sadece ben değil, sanırım tüm takım orada olmaktan, koçun gazabına uğramaktan korkuyorduk.

“Beyler, bu salonu dolduran binlerce kişi sizin bu ezikliğinizi görmek için gelmedi. Kendinize çeki düzen verin. Sizi tanıyamıyorum. Bu ne hal! Koşmaktan, top tutmaktan, savunma yapmaktan, pas atmaktan acizsiniz. Korkaklar!”

Koç sanki ateş püskürüyordu. Tüm salon onunla birlikte üzerimize yükleniyor, sanki bize kalp masajı yaparak hayatta tutmaya çalışıyordu.

“İnanın, inanın bizler için savaşın.”

Tüm salon tek bir ağızdan aynı tezahüratı kulaklarımızda çınlatıyordu.

Ben size inanmıyorum. Bu korkaklar çetesi benim güvendiğim, inandığım takım değil. Bu kendini beğenmiş şımarık grup benim hayran olduğum takım değil. Sizin hiçbir tekniğe ihtiyacınız yok. Parkede inanlar kazanır. Ben sizden kazanmanızı istemiyorum. Bunu yapamayacağınız besbelli ortada.

Sizden tek bir şey istiyorum. Tek bir şey. Bu salonu dolduran insanlar için. Size inanan çocuklar için. Parkeye adım atın ve savaşın. Terinizin son damlasına kadar savaşın ve karşıma savaşan bir takım olarak gelin.”

Koç son cümlesinin ardından arkasını döndü ve hakemlerin yanına giderek sessizce beklemeye başladı.

Hayatımı bir kitap halinde yazacak olsam herhalde en başa o molada hissettiklerimi yazardım. Çünkü tüm salon tek bir ağızdan tezahürat yaparken kalbimin çırpınışı, bacaklarımın titreyişi ve aklımdaki sorular ile çaresiz kaldığım başka bir anımı neredeyse hatırlamıyorum.

Tabii, birde sonrası var…

Fakat ben çok daha öncesinden yazmaya başlayacağım. Bu hikaye sadece benim hikayem değil. Bu Anadolu’nun küçük şirin bir kasabasının, doksanlı yılların ve inancın hikayesi.

Henüz yorum yapılmamış, sesinizi aşağıya ekleyin!


Bir Yorum Ekle

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir