
Yağmur otobüsün camlarını dövüyor. Büyük umutlarla geldiğim bu koca şehirden, İstanbul’dan, memlekete dönüyorum. Bütün hayallerimi, ümitlerimi, sevdalarımı kör bir kuyuya atıp, ardımda bırakıp, doğup büyüdüğüm şehre yeni bir başlangıç için gidiyorum. Otobüsün camlarını yağmur damlacıkları kapladı, dışarıyı göremiyorum. Hava kararmak üzere, soğuk iliklerimi kesiyor. Kendime söylediğim yalanların acısını bu kadar çabuk fark edeceğimi düşünmemiştim. Yapmak istediklerimden vazgeçip, yapmam istenilenleri yaptığımı anlamam için bunlar olmamalıydı. Kalbim acıyor.
İstanbul’a bir sonbahar gününde, daha oyun başlamamışken veda edeceğimi tahmin etmezdim, ama perde açılmadan gidiyorum ben. Gitmeliyim, çünkü elimde kalan vakti doğup büyüdüğüm topraklarda geçirmeliyim. Yüzleşmeliyim.
Sakladığım o kadar çok sır var ki. Hepsini son perde gelmeden açıklamalıyım.
Her şeyi en başından anlatacağım…
Türkiye ihtilal sonrasını yaşıyormuş, mevsim baharmış, ben dünyaya gelmişim. Ailem ismim konusunda pek zorluk çekmemiş, anlatılanlara göre, metin diye kulağıma kamet etmiş babam. Doğduğum veya ilk çocukluk yıllarımın geçtiği evleri hatırlamıyorum, o yıllarda babamın sıklıkla işsiz kalması yüzünden çok ev değiştirmişiz. Kimi zaman babaannemlerle oturmuşuz ama uzun sürmemiş, her defasında annem ağlayarak evi terk etmiş. Sanırım altı yaşındaydım, geçmişimi aydınlatan bahçe içindeki o üç katlı betonarme evin giriş katında oturduğumuzu hatırladığımda. Evimizin ön bahçesinde üzüm asmalarıyla sarılı bir çardak vardı ve neredeyse her akşam üst kat komşularımızla babamlar burada oturur ve hoş muhabbetler ederlerdi. Televizyon hayatımıza çok geç girmişti, bu yüzden.
En üst katta vahit amca ile zeliha teyze oturuyorlardı. Ev sahiplerimiz. Vahit amcanın anlattığı askerlik hikâyeleri arka bahçedeki oyunlarımızın senaryolarını oluştururdu. Zeliha teyze ise çok güzel pasta ve kurabiye yapardı, en müdavim yiyicisi de bendim. Onların hiç çocukları olmamıştı. Nedenini o zamanlar bilmiyordum, beni ve üst kat komşularımızın kızını bu yüzden çok severlerdi.
Orta katta feyza abla ile bilal abim ve kızları hilal oturuyorlardı. Bilal abi bana okuma yazmayı öğreten ve ilk okuma kitaplarımı alan kişidir. Akşam olduğunda, çardakta hilal’i bir tarafına beni diğer tarafına alır ve bize kitaplar okurdu. Robinson ile o günlerde tanışmıştık.
Ah o günler! İçim sızlıyor hatırladıkça. Ne güzeldi.
Hilal. İlk arkadaşım, ilk dostum, ilk sırdaşımdı. Okula başlamamıştım ben, o ise birinci sınıfa gidiyordu. Evimizin arka bahçesindeki ceviz, erik, elma ve kiren ağaçlarının süslediği yeşil bahçede onunla birlikte oyunlar oynamış, bize özel bir dünya kurmuştuk. Vahit amcanın o bahçede ceviz ağacının yanına yaptığı küçük kulübe, oyun evimiz olmuştu. Elimize geçen her güzel şeyi buraya taşıyor ve dünyamızı daha renkli hale getiriyorduk. Ben hilal’den başka birini tanımıyordum, o benim tek arkadaşımdı. Öyle ki bazı zamanlarda birlikte oyun evimizi kötü yaratıklara karşı savunmak zorunda kalıyorduk, vahit amcanın askerlik hikâyelerinde olduğu gibi sinsice üzerimize çullanan düşmana karşı amansız bir mücadele verip kahramanca çarpışıyorduk. Saklıkent demiştik, ceviz ağacının yanındaki kulübemizde yaşattığımız dünyamıza. Saklıkent.
Hafta sonlarını iple çekiyordum. Çünkü hilal hafta içi okulda oluyor ve benimle birlikte arka bahçemizdeki gizemli dünyaya gelemiyordu. O yokken gizemli kulübemizi onun için süslüyordum ve her hafta sonu kulübemize doğru koşarken “burası çok daha güzel olmuş” demesi çok hoşuma gidiyordu.
Günler, aylar geçti. Mevsimler değişti. Ben de okula başladım. Okulun ilk günü bir üst sınıfta olan hilal’in yanından hiç ayrılmadım. Ayrılamazdım da, tanıdığım başka kimsem yoktu ki, o benim her şeyimdi. Onun yanına arkadaşları geliyordu, gülüyorlar tatillerini anlatıyorlardı. Onu kıskanmıştım. Onun başka arkadaşlarının olduğunu görmek ve hissetmek anlamadığım bir şekilde içimi yakmıştı. Ben küçücük bir çocuktum.
Daha sonra yaşımız büyüdükçe benim hilal’e olan bağlılığım arttı, fakat bir terslik vardı, benim boyum yaşıtlarıma göre çok kısa kalmış ve bir bücürük olmuştum. Hilal benim yanımda çok uzun kalıyordu. Aynı zamanda kalbimde onun sevgisini taşıdığımı, ona aşık olduğumu fark ediyordum. Ah çocukluk aşkım, ah hilal…
Olmadı, benim boyum onun yanında kısacık kaldı ve hilal benden giderek uzaklaştı. Yeni arkadaşlar edindi. İlkokul bitince de farklı bir şehre taşındılar. Ben hep onu düşündüm. Onu en son bir sonbahar gününde yaşlı gözlerle uğurlamıştım. “ kendine iyi bak” demişti bana…
Ona aşık olduğumu kabullenmem uzun sürdü. Kimseye açamadım kalbimin kapılarını ve bir sır olarak sakladım yıllarca. Ortaokul ve lise yıllarım boyunca onu, annemle feyza teyzemin telefon konuşmalarından takip etmeye çalıştım. Hilal derslerinde çok başarılıydı ve üniversite sınavında yüksek puan alarak istanbul’da bir üniversiteyi kazanmıştı. Ben lise sondaydım ve içimdeki sır benimle birlikte büyümüştü. Bir tek hedef koydum kendime, istanbul’a gitmeliydim. Derslerimde çok başarılı sayılmazdım ama çalıştım, hem de çok çalıştım ve kazanmak için elimden ne geldiyse yaptım. Başardım.
O gün de otobüsün camlarını yağmur damlacıkları dövüyordu, ben baba ocağına veda ediyordum. Annemin gözleri yaşlıydı, ben toy bir delikanlı olmanın ve istanbul’a kavuşuyor olmanın etkisiyle ağlamamıştım. Otobüs terminalden ayrılırken küçük bir tebessümle el sallamıştım. Otobüsün camlarını yağmur damlaları kaplamıştı.
İlk günler koşuşturmaca ile geçmişti, okuduğum dershaneden aldığım referansla beni karşılamaya gelen ağabeylerin yanında kalıyordum ve onlar beni nereye götürürse oraya gidiyordum. Çok iyi hatırlıyorum; “nereyi görmek istersin?” Diye bir soruyla karşılaşmıştım. “beyazıt meydanı” demiştim hiç düşünmeden. Abi gülümsemişti ve sanki küçük bir çocuğun elinden tutup çeker gibi beni beyazıt meydanına götürmüştü. Neden oraya gitmek istiyorsun diye sormamış ve benim yalanlar söylememe sebep olmamıştı. Hilal oradaki üniversitede hukuk okuyordu.
İlk yılın sonunda beyazıt meydanındaki tüm banklarda oturmuş ve hilal’i daha görememiştim. Yine bir ikindi vaktiydi, şubat rüzgarları insanın içini donduruyordu. Ellerim ceplerimde beyazıt meydanında dikiliyordum. Onu görmek düşüncesini çoktan yitirmiştim de bu meydana gelmek bir alışkanlık halini almıştı, benim için. Kendi kendime konuşur hale gelmiştim. Hilal bir kadından, bir insandan çok daha farklıydı, benim içimi bilen tek varlık halini almıştı. Aşkın en yalın haliydi benimki, çocukluğumdan beri onu seviyordum, yıllardır görmüyordum, evet doğru, ama ben her gece gözlerimi kapadığımda onun bana iyi geceler dediğini duyuyordum ve ne zaman yalnız kalsam onu yanımda hissediyordum.
Bu meydanda ona rastladığımı kaç kere hayal ettim bir bilseniz…
Günlerden bir gündü. Sokaklar ıslaktı. Ben onu gördüm, meydanda yürüyordum o önümdeydi. Tramvaya kadar takip ettim ve onun gittiği yere kadar gittim. Evlerimiz aynı semtteymiş meğer ki ben bilmiyormuşum. Çok değişmiş, çok güzelleşmiş.
“ merhaba” dedim en sonunda.
“merhaba” diye karşılık verdi biraz çekingendi.
“adınız hilal değil mi?” Diye sordum. “ben metin”
“evet” derken yüzüme baktı. Anladım ki beni çıkarmaya çalışıyordu.
“ saklıkent” dedim ve sustum.
Gözlerime iyice baktı, bekledi; “nasılsın?”
“iyiyim” dedim ve konuşmaya başladık.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamayı bırakmıştım. Benim için vakit ilerlemiyordu.
“boyun uzamış” dedi gülümseyerek.
“liseye başladığım yıl ben dahi inanamadım, ama boyum uzamış ve sınıfın en uzunlarından biri olmuştum” dedim.
Aradan epey zaman geçti. O gün ayrılırken telefon numarasını bana vermişti ve belli sıklıkla birbirimize mesajlar gönderiyorduk, haberleşiyorduk. Çoğu zaman küçükken yaşadığımız olayları hatırladığımız kadarıyla birbirimize anlatır buluyorduk kendimizi ve hep gülümseyerek konuşuyorduk birbirimizle. Anılarımız, okul yılları başladığında bıçak kesiği gibi bir anda bitiveriyordu. Ardından iki farklı insan oluveriyorduk. Oysa biz saklıkent’in kurucularıydık. O prensesti, ben prens…
Üçüncü yılımdı, bu koca şehirdeki. Günlerim belli bir ritme ayak uydurmuştu. Hikâyeler yazıyordum, bir edebiyat fakültesi öğrencisi olarak ve bu hikâyeleri çeşitli mecmualarda yayınlıyordum. Bütün yazılarım onu anlatırken, hep geçmişimi kağıtlara yazarken, habersizce birileri tarafından okunuyor ve okutuluyordum. Hiç beklemediğim bir anda, telefondaki ses hikâyelerimi çok beğendiğini ve yayınlamayı düşündüğünü söylüyordu. Bana düşen tek görev kitabın adını belirlemekti. “ saklıkent’in hikâyeleri” dedim ve bir ceviz ağacının yanına derme çatma bir kulübeyi tarif ettim kapak tasarımcısına. Tam istediğim gibi bir kapak hazırlamıştı.
Kitabımın piyasaya çıkacağı gün yaklaşırken, ben hilal’i arıyor ve hal hatırını soruyordum. İyiyim diyordu, mutlu oluyordum, ama kitabımdan hiç mi hiç bahsetmiyordum. Ona hissettiklerimle alakalı herhangi bir söz de söylememiştim, çünkü ne zaman onun yanına gitsem kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Başka birinde görsem hiç beğenmeyeceğim davranışları onda görmek içimdeki sevgiyi küçültemiyordu. Onun her yaptığında doğru bir yan buluyordum.
Kitabım matbaaya girmesine çok az zaman kalmıştı. Tasarımcı arkadaşla kapağın son şeklini konuşuyorduk ve istediğim gibi olmuştu.
Karar vermeliydim. Bu tek taraflı, bohem havasındaki ilişkiyi yönlendirmeliydim. Sabah evden erken çıktım ve deniz kenarındaki bir kahvede simitli çaylı bir kahvaltı yaptım. Düşündüm. Hilal’e, onu sevdiğimi nasıl söylemem gerektiğini düşündüm. Bu duygular onu gördükten sonra oluşan bir sevgi değildi, o benim ilk aşkımdı, çocukluğumdu, gençliğimdi.
Kalktım ve yürüdüm. Sahil boyunca yürüdüm. Kimsecikler yoktu. Kız kulesinin tam karşısındaki banka oturdum ve istanbul’u izledim. Yanımda hilal’in olduğunu hayal ederek ellerimi banktan sıkıca tuttum. O an bir iğnenin batışını hissettim elimde ve aniden elimi çektim. Parmağımdan hafiften bir kan geliyordu.
O gün hilal’i arayıp seni seviyorum diyemedim, bir gün sonra da yapamadım, daha sonra da. Günler geçti, kitabım matbaaya girdi.
Otobüsün camlarını yağmur dövüyor ve ben baba ocağına geri gidiyorum. Anneme bir daha geri dönmeyeceğim diye söylemeyeceğim, kitabımı yanıma almadım, telif haklarımı babama bırakıyorum. Umarım onlara layık bir evlat olabilmişimdir. Keşke bu öyküyü de o kitaba ekleyebilseydim.
Biliyorum keşke demek için çok geç ama keşke onu sevdiğimi ona bir kez olsun söyleyebilseydim.
Tek isteğim, çocukluğumun geçtiği o güzel evi, ceviz ağaçlı bahçeyi ve o kulübeyi son bir kez daha görebilmek. Bu sokaklarda başı dik dolaşabilmek…
*
“ hilal”
“ baba”
“ hoş geldin kızım”
“ hoş bulduk” dedi hilal, “bavulumu alalım…”
“ annen evde bizi bekliyor, en sevdiğin yemekler hazır”.
Baba kız üç katlı yeşil binanın önündeydi. Bavullardan büyük olanı bilal bey almıştı, hilal koşar adım önden yürüyerek eve girdi. Annesinin boynuna sarılmıştı.
Geçen birkaç gün sonrasında bir akşam vakti anne kız mutfakta yemek hazırlarken,
“ biliyor musun?” Dedi feyza hanım.
Hilal yıkamakta olduğu domatesleri bırakıp musluğu kapatarak annesinin yüzüne baktı.
“ hani çocukluk arkadaşın metin vardı ya!”
“ evet, istanbul’da okuyor görüştüm ben onunla” dedi hilal.
“ vefat etmiş” oldu feyza hanım son sözü.
Hilal’in başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Çok fazla zaman geçmemişti daha metin’le mesajlaşmıştı. Elindeki domatesleri yere düşürdü, gözleri doldu. “ neden?” Diyebildi sadece.
“ ailesi de pek bir şey anlayamamış, kanser mi demişler ne. Sanırım hastalıklı birinin kanı bulaşmış vücuduna ve kurtaramamışlar” dedi feyza hanım.
Hilal duyduğuna inanamadı. Yaşaran gözlerini silmek için koşarak lavaboya gitti. Daha fazla ağladı. O gece hiçbir şey konuşmadı konuyla alakalı, yatma vaktinin gelmesini bekledi.
Yatağına oturup dizlerini kendine çekti, başucundaki günlüğü önüne aldı ve büyük harflerle tek bir cümle yazdı.
“ sevdiğim saklıkent’imin minik prensi öldü…”
*
Aradan geçen günlerde hilal onu düşünmemeye çalışarak geçirdi vaktini. Metin’i sevdiğini yıllardır saklamıştı, kendi boyunun uzun olmasının ikisinin arasında bir engel olacağını düşünmüştü hep ve istemeden de olsa uzak tutmaya çalışmıştı kendini. Fakat şimdi o yoktu, gitmişti. “neden karşıma bir daha çıkardın onu rabbim!” Diye sayıkladı geceler boyunca. Unutamıyordu onu, telefonuna attığı son mesajı silemiyordu. “ve neden aldın onu benden!”
Bir gün gazetelerin birinin kültür sayfasında “ genç yazar ilk kitabının satışını göremeden hayata gözlerini yumdu” şeklinde bir başlık okudu; “ gelecek vaat eden hikâyeciler yarışmasının birincisi metin karakuş ilk hikâye kitabı “saklıkent’in hikâyeleri” isimli kitabının satışını göremeden kansere yenik düştü. Yazarın bu genç yaşta ölümü başta hocaları ve ailesi olmak üzere sevenlerini çok üzdü. Yazarın günlüğüne yazmış olduğu son hikâyesinde, ölümünü baba ocağında geçirmek için nasıl bir karar aldığı ve ölümsüz aşkına olan saadeti anlatılmakta, ismi olmayan bu hikâyeyi sizlere sunuyoruz”
“yağmur otobüsün camlarını dövüyor. Büyük umutlarla geldiğim bu koca şehirden, istanbul’dan, memlekete dönüyorum…
… otobüsün camlarını yağmur dövüyor ve ben baba ocağına geri gidiyorum. Anneme bir daha geri dönmeyeceğim diye söylemeyeceğim, kitabımı yanıma almadım, telif haklarımı babama bırakıyorum. Keşke bu öyküyü de o kitaba ekleyebilseydim.
Biliyorum keşke demek için çok geç ama keşke onu sevdiğimi ona bir kez olsun söyleyebilseydim.
Tek isteğim, çocukluğumun geçtiği o güzel evi, ceviz ağaçlı bahçeyi ve o kulübeyi son bir kez daha görebilmek. Bu sokaklarda başı dik dolaşabilmek…”
Hilal hikâyenin sonunu okurken hıçkırıklarla ağlıyordu. Keşke dedi keşke senin aşkını fark edebilseydim.
*
Zaman hiç duraksamadan devam etti. Hilal odasının baş köşesine metin’in kitabını koymuştu. Bu minicik, ama o kadar değerli kitabın ilk sayfasını her okuyuşunda göz yaşlarını tutamıyordu.
“ bu kitap, yaşadığım her dakikaya değer katan ve bütün hikâyelerimin prensesi olan hilal’e adanmıştır. Seni sevdiğimi sana söyleyebilmeyi o kadar çok isterdim ki!
Kanatlarımın olmadığını biliyorum
Ama uçmak düşüncesi öyle cezp edici ki
Bir uçurumun kenarında durmuş
Aşağıları izliyorum…
Bedenim her ne kadar korksa da
Ruhum uç diyor, sonsuzluk rüzgarı hissettiğin kadar senin…”
Henüz yorum yapılmamış, sesinizi aşağıya ekleyin!