
Öyle bir yüzyılda yaşıyoruz ki, var olmak için çırpınan tüm çağdaşlarımız tam anlamıyla yok etme, parçalama, öğütme ve tatmin olamama üzerine kurulu bir düzeni bizlere dayatıyorlar. Yaşamak diye önümüze getirilen her şey aslında bizi yaşamın dışına, toplumun kıyısına, yeryüzünün uzağına götürüyor. Zevk, heyecan, haz ve ihtişam peşinde koşmayı hayatın anlamı kabul ederken sevgi, vicdan ve infak etme gibi duyguları kalbimizden çıkarıyoruz.
Ne oluyor bize. Hadi sonraki kuşaklara temiz bir dünya, yeşil bir gezegen bırakamayacağımızı net bir şekilde hepimiz biliyoruz. Peki ya insanlığı olsun bırakamaz mıyız?
Sosyal hayatın bir parçası olayım, toplumdan uzaklaşmayayım diye çırpındığımız her saniye vicdanımızı, karakterimizi, hislerimizi ve duygularımızı bir kenara iterek sadece rasyonel kaygılarımızı açığa çıkarıyoruz.
Para, makam, şan, şöhret, başarı ve itibar için daha kaç gülün solmasını görmemiz gerekiyor.
Kendimizi değil sadece, topyekûn dünyamızı uçurumun kenarına götürdük. Sonumuzun nasıl olacağını görmemize rağmen celladına âşık bir idam mahkûmu gibi hareket ediyoruz.
Dünyayı parmaklarımızın ucuna getirdiğimizi düşünürken neleri kaçırdığımızı görmemiz için kafamızı kaldırıp etrafa bakmamız gerekiyor.
Tüm bunlar olup biterken nefes alıp vermeyi bıraktığımız küçük aralarda insani birkaç düşünceyi bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirip nefes almaya devam ediyoruz.
Bu dünyadan başka nefes alabileceğimiz bir dünya var mı
Belki de.
İşte öznel anlamda muhayyel bir mekanda, zamansız bir hayatın izdüşümü belki de…
Bir romanın sayfaları arasında dolaşırken bedenimi çağın ve mekânın sıkıntılarından arındırıp ruhumu zamanın ötesine taşıyorum.
Romanların kendilerine özgü birçok özelliği, yeteneği, sırrı veya türü olabilir. Fakat hepsinin özünde “anlatı” düşüncesi olduğu için bizi, okuru, bu anlatının aurasına davet eder. Peki, her sayfada içine dâhil olduğumuz bu anlatılar için farklı farklı zamanlar ve mekânlar mı var?
Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek isterim. Öncelikli olarak bir romanın yazıldığı dönemi hiç göze almadan sadece yazarın iç dünyasını hesaba katmalıyız. Çünkü romanların doğru bir iletişim dili kurabilmesi için zaman ve mekânın ötesinde bir anlatı yeteneğine sahip olması gerektiğini tüm okurlar, daha doğrusu düşünen okurlar, bilirler.
Eğer romanları yazıldıkları dönemler ve içinden çıktıkları toplumları göz önüne alarak tasniflemeye kalkarsak yanlış yapmış oluruz.
Elbette burada bahsettiğim romanlar sıradan, çalakalem yazılmış ve çok satanlar listesine girmesi endişesi güdülmüş gündelik şeyler değil. Sanırım bunu anlıyorsunuz.
Sonra okurun beklentilerini göz önüne getirmem gerekiyor. İstisnasız her okur, hangi dönemde yaşamış olursa olsun, bir romandan beklediği ilk şey bir yolculuğa çıkma duygusudur. Sayfalar ilerledikçe yolculuk okuru bulunduğu mekân ve zamandan alır ve diğer tüm okurlarla birlikte romanın muhayyel dünyasına götürür. Orada tüm okurlar bir aradadır. Aynı dili konuşurlar. Aynı duygu ve düşüncelere sahip değillerdir belki ama aynı ihtiyaçtan buraya gelmişlerdir. Hepsinin beklentisi bir yolculuktan başka bir şey değildir.
Daha sonra?
Bir romanda kahramanın ne hissettiğinin bir önemi var mı?
*
Bu yazının özeti olacak mahiyette 3 kısa paragraf yazmak istiyorum.
İlki, bir roman üzerinde düşünürken yazıldığı dönemi, yazarın içinden geldiği dünyayı yok sayıyor ve tüm roman yazarlarını tek muhayyel bir mekan ve zamanda yaşıyormuş gibi hayal ediyorum. Böylelikle roman sayfalarından bir dünyaya yolculuk yapıyorum.
İkincisi, bir okur olarak romanların içinde olay örgüsüne yön verebildiğim hissine kapılıyor ve her okuduğum romanın sanki o an bir yazar tarafından yazılıyormuş gibi hissediyorum.
Üçüncüsü, bir roman kahramanının hissettiği acı ve sevinçlere ortak oluyor, kimi zaman iyi bir arkadaş, sırdaş ve dost oluyorum.
Şimdi bu üç cümlenin üzerine okumaya devam edeceğim.
Henüz yorum yapılmamış, sesinizi aşağıya ekleyin!