Her şey bitmiş olmalıydı.
Bütün bir evren, gökkubbe altındaki her canlı, toprak üstünde var olan her nesne ve kalbim için… Bitti.
Rachel öldü. Güzel bedeni soğuk zemin üzerindeydi. Neden devam etsin ki yaşam, dünya niçin dönsün?
Rachel ölmüştü. Rachel ölmüştü. Rachel ölmüştü.
Bağırdı Umut.. Tüm ses telleri kopuncaya kadar, içindeki acı yangını sönünceye kadar ama başaramadı. Çığlıkları korkuları oldu. Korkuları gerçekleri…
Sonra düşdü. Gözleri karardı…
*
Umut gözlerini açtığında gün doğmak üzereydi, beyaz çarşaf üzerinde sert bir yatakta yatıyordu. Önce gözlerini açtı, tavandaki desenler dikkatini çekti, etrafına bakındı. Duvarları beyaz bir odadaydı. Bir an beynine ağrı yürüdü. Dün geceyi anımsadı. Hatırladığı en son şey Rachel’i kolları arasında tuttuğuydu ve onun saçları bacaklarından aşağıya sarkmıştı. Daha sonrasını bilmiyordu. Buraya nasıl gelmişti?
Kalkmak için hamle etti, bacakları çiziklerle doluydu. Kendini pek dinç hissetmedi. Yataktan aşağı sarkıttı bacaklarını ve bekledi. Birkaç saniye kendine gelmeye çalıştı. Neredeyim diye düşündü tekrardan. Buraya nasıl gelmişti? Dün gece neler olmuştu. Rachel’in çığlığını duydu kulaklarında defalarca, “Umut!” diye seslenişi, giderek artarak yankılandı. Kollarının arasına düşmüş ve bir daha kımıldamamıştı. Titredi Umut, vücudundaki tüm kemiklerin sızısı ile titredi… Bir daha yaşamıştı dün geceyi ve o korkuyu. Hiç yaşanmamış olmasını diledi. Keşke şimdi kapı çalınsa ve içeri Rachel girseydi. Bekledi, Rachel’in kapıyı açmasını ve yüzüne gülmesini ama olmadı. İçeri kimse girmedi. Umut yatağının üzerinde bekledi, kapının açılmasını ve içeri onun girmesini, dakikalarca bekledi ama o içeri girmedi.
Kimsenin içeri girmeyeceğini anladı Umut ve sanki ilk defa adım atan bir çocuk edasıyla yürüdü. Kapıya kadar varması bir mucize gibi göründü gözüne çünkü adım atarken önü kararıyor her şey dönmeye başlıyordu. Kapının tokmağını bir kere tuttu ve bir daha bırakamadı. Açamıyordu kapıyı, geriye de gidemiyordu.
Ardı ardına başına ağrılar saplandı, kalbinde büyük bir acı duydu ve yine istemsizce bağırdı. Ölüm onu bu acılardan kurtarabilirdi ve Umut “Ne olur öldürün beni!” diye bağırdı.
Kapı dışarıdan açıldı. En önde Sultan vardı, yanında Araf ve Ulak, koşarak odaya girdiler.
“Oğlum!” diye seslendi Mürşit, kolunu Umut’un omzuna koyarak, “Oğlum.”
Umut karşılık veremiyordu. Kafasını kaldırıp gelenlerin yüzlerine dahi bakamamıştı. Yerde dizlerinin üzerinde kasılıp kalmıştı.
“Yardım et Araf, bir şeyler yap!” dedi Ulak, bitkin bir halde.
Araf ellerini cebine sokup bir şişe çıkardı. “Anca bunu kullanabiliriz şimdi,” dedi, “Bu acısını azaltacaktır!”
Umut’un ağzına şişedeki sızıyı boşalttı. Umut olduğu yerde titredi ve hareketsiz kaldı. Vücudundan terler boşalıyordu. Mürşit sıkıca tutmuştu kolundan, bir oğul edasıyla bakıyordu yerde yatan genç adama. “İyi olacak!” dedi Araf’a dönerek.
“Evet efendim,” diye cevap verdi Araf. “İyi olacak.”
“Çok fazla zamanımız yok Araf, onu buralardan götürmeliyiz”
Umut kendine gelmeye başlamış ve ağzından anlamsız kelimeler çıkmaya başlamıştı. Kalbinde hissettiği acı sonrası yüzündeki ifade bitkinlikti. Elini göğsüne dokunmasının sebebi oranın koptuğunu hissetmesiydi ama vücudunda hiçbir iz yoktu. Kısacık bir zaman diliminde etrafındakilere baktı, şaşkın gözler onu izliyordu. Ulak’ı gördüğüne çok sevindi, şimdi onun dışında kimseyi görmek istemiyordu. Ulak onun için en güzel ilaç olabilirdi.
“ Rachel?” dedi Umut bitkin bir halde Ulak’a bakarak. Onun da kendisine bakmasını ve dün gece Rachel’e hiçbir şey olmadığını söylemesini istiyordu.
Cevap vermedi Ulak, gözleri öne düştü, rengi attı ama cevap vermedi. Belki de ne diyeceğini bilmiyordu. Neyi nasıl açıklayacağını, kızının nasıl can verdiğini, kızının ne için can verdiğini, kızının sırtına saplanan okun Umut’a doğru gittiğini ve Rachel’in gözlerini kırpmadan okun önüne atlayışını, Umut’un artık madalyonun sırlarına inanması gerektiğini hangi kelimelerle açıklayacaktı. Ulak konuşmadı. Konuşacak hiçbir şey bulamadı.
“Rachel!” diye tekrarladı Umut bir daha, kafasını sağa sola çevirmeye çalışıyor bir cevap bekliyordu ama çok bitkin görünüyordu.
“Onu,” dedi Mürşit, “Kaybet…” Cümlenin sonunu getiremedi. Kendi oğlunu da kaybetmişti dün gece ama Rachel’in ölümü kadar dokunmamıştı. Kuzey yiğit bir savaşçı gibi çarpışırken ölmüştü, mertçe. Fakat Rachel bir çiçek kadar saftı ve çocukluğundan beri yetiştirildiği hikâyelerin, şehrinin kurtuluş anahtarının ölmesine izin vermemek için kendini okun önüne bırakıvermişti. Onun orada olmaması gerekiyordu. Rachel’in surların içinde sığınakta çocukların yanında yer alması gerekiyordu ama o sur dışında çarpışmaların olduğu yerdeydi. Neden oradaydı kim izin vermişti onun oraya çıkmasına. Birçok soru sorulabilirdi ama hiç kimse konuşmamıştı. Hiç kimse önce Kuzey’in gövdesinden ayrılmış başını, sonra Rachel’in melekler kadar saf ve temiz olan bedenini görüp de herhangi bir şekilde polemiğe girmemişti. Rachel orada olmamalıydı, bu apaçık belliydi ama her nasıl olmuşsa oraya çıkmış ve madalyonun sırrını çözebilecek tek kişiyi korumak için canını feda etmişti.
Ulak konuşmuyordu. Dün geceden beri, Rachel’in cansız bedenini gördüğünden beri, bir kelime dahi etmemişti. Kızının yanında sabahlamıştı. Simerenya onun yanına gelip oturduğunda ona sarılmış olmasına rağmen Ulak sessizliğini korumuş ve gözlerini kırpmamıştı. Askap babasının yanına yaklaşamıyordu. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. En küçük kardeşini cansız yerde yatarken görmek onu çok derinden yaralamıştı.
Mihrimah hanım, kendisini hiç bu kadar yalnız hissetmemişti. Hayatta hiçbir acı evlat acısından büyük olamaz ve bunu bir anneden başka kimse anlayamaz. Eşi kızının başında öylece beklerken, o dimdik ayakta kalmış ve ağlamamıştı ta ki Kuzey’in başsız gövdesini görünceye kadar. Sonrasında kendisini tutamamıştı.
Umut ne diyeceğini bilemiyordu. Artık Ulak’ın yüzüne de bakamaz olmuştu. Rachel en son onun kollarında can vermişti ve Umut ondan sonrasını hatırlamıyordu.
“Özür dilerim!” dedi Umut.
“Neden?” diye cevapladı Araf.
“Dün gecenin yaşanmasına sebep olduğum için.” Umut konuşurken yere bakıyordu.
“Keşke…” dedi Araf ama daha fazla konuşmadı.
“Dün gece yaşananlar nasıl bir durumun içinde olduğumuzu sana çok iyi özetlemiştir!” dedi Mürşit, sesi eskisinden daha bitkin çıkmasına karşın ayaktayım der gibiydi, “Yaşaman gerekiyor, bu şehir için, burada yaşayanlar için… Her birimiz senin yerine ölmeye hazırız. Yeter ki bizden sonra bir kişinin daha hayatı yok olmasın.”
“Ne yapabilirim?” dedi Umut, biraz daha toparlandı, “Savaşmayı bilmiyorum, sizleri anlamıyorum, Araf gibi etrafa hakim olamıyorum, ben ne yapabilirim ve Rachel’i nasıl geri getirebilirim?”
“Sen dervişin hikayesini tamamlayacak kişisin, bu bahsettiklerinin çok daha fazlasını yapabilirsin!” dedi Mürşit, “Ve ne Rachel’i ne de Kuzey’i geri getiremezsin, geçmiş geçmiştir, biz geleceği düşünmeliyiz…”
Umut’un başından kaynar sular döküldü. Dün gece onun hatası sadece Rachel’in ölümüne neden olmamıştı. O Kuzey’i tamamen unutmuştu.
“Kuzey!” dedi bu sefer Umut. Ne kadar üzgün olduğunu ve özür dilediğini belli etmek ister gibi, aklına dün geceyi getirdi. Kuzey ona koş demiş ve onu korumak için canını feda etmişti. Rachel ondan sonra aynı şeyi yapmıştı. “Şimdi ne yapacağız?”
Derin bir sessizlik oldu odada, “Senin burada olman Zalifre efsunlarını çözecektir,” dedi Araf. “Karaliçe tüm kini ile seni ve Zalifre’yi arıyor, ona köle olmayan bu insanlardan alınacak intikamı var.”
“Araf” dedi Mürşit.
Araf daha fazla konuşmadı.
“Sen kendini iyi hissettiğin zaman buradan ayrılacaksın!” dedi Mürşit, “Daha güvenli bir yere gitmelisin”
“Ya siz?”
“Bizler her türlü tehlikeye karşı Zalifre’yi korumalıyız!” dedi Mürşit ve kafasını kaldırıp Umut’un gözlerine baktı, “Zalifre’nin geleceği veya sonu senin ellerinde…”
Bir şey söyleyemedi Umut, hiçbir şey söyleyemedi.
“Kalbime” derken konuyu değiştirmek ister gibiydi, “Korunmaya çalışacağız,” dedi Araf, “Karaliçe şimdilik sana ulaşmak için bu yolu kullanıyor, seni güçsüz düşüreceğini biliyor”
“Ne yapabiliriz?”
“Şu sıvı seni diri tutacaktır!” dedi Araf ve cebindeki şişeyi gösterdi, “Senin ihtiyacın olacağını düşünüp bu ilacı hazırlamıştım.”
“Karaliçe’nin neler yapabileceğini biliyorsun?”
“aslında hayır!” dedi Araf. “Bunu hiçbirimiz bilmiyoruz.”
“Bize söyleneni yapıyoruz!” dedi Mürşit.
Umut anlamsız bir bakış attı Mürşit’e, “Nasıl?”
“Senin geleceğini ve nelere ihtiyacın olacağını biliyorduk,” dedi Mürşit ama karşısındakinin onu anlamadığını çok iyi anlamıştı. “Kendini iyi hissediyorsan toplantı odasına geçelim!”
Umut ne kadar kötü olursa olsun gitmesi gerektiğini çok iyi biliyordu ve gidecekti. Ayağa kalkarken biraz başı döndü fakat aldırmadı ve diğerlerinin peşine takıldı. Pencerelerden odalara yayılan güneş, havanın ne kadar sıcak olduğunun bir göstergesiydi.
Odanın kapısını açan Mürşit kenara çekildi ve “Buyurun!” dedi. Ulak önden girdi arkasından Araf, Mürşit Umut’un solgun yüzüne bakarak gülümsemeye çalıştı. Umut odaya girdi.
“Senin geleceğini biliyorduk,” dedi Mürşit, “Çünkü derviş, bize bazı ipuçları bırakmıştı.”
“Bunlar?” dedi Umut.
“Derviş,” dedi Mürşit “Dedem, ben çocukken, senin benim zamanımda geleceğini ve çok hassas olacağını söylemişti. Küçük bir çocuk çok fazla aldırmamıştım onun söylediklerine ve o bunu fark etmiş olacak ki bana birçok şeyi yazdırdı. Araf’ın bahsetmiş olduğu ilacın yapılış şeklini yazdırdı, Araf oradan baktı ve yaptı, seni Zalifre’de uzun süre tutamayacağımızı söyledi ve dediği gibi oldu”
“ Peki ama neden?”
“ Bilmiyorum” dedi Mürşit, “Fakat bildiğim kadarını anlatayım…”
“ Zalifre diye bir yer yoktu, ben öncesini hatırlamıyorum. Dedem, bana bir çok hikaye anlatırdı, dünyaları kurtaran insanları, küçük ayının ailesine olan düşkünlüğünü, anka kuşunun sırrını, kaf dağı denen yeri. Hepsini gördüğünü ve hepsinden bir şeyler öğrendiğini söylerdi. Onun anlattığı hikayeler benim hayallerim olmuştu ve ben ne zaman onunla baş başa kalsam bana hikaye anlatmasını isterdim. Fakat dedem çok çalışırdı uzun geceler boyunca hiç uyumaz ve anlayamadığım kitapların arasında kaybolur giderdi. Uzun seyahatler ederdi, bazı zamanlarda aylarca görünmediği olurdu. Çok özlerdim onu. Döndüğünde bana yeni hikayeler anlatırdı ve anlattıklarından bazı parçaları yazmamı isterdi. Bana yazma sebebim olarak iyi kalem tutan bir ele sahip olmam gerektiğini vurgulardı. Sonra bir gün dedem, evindeki bütün kitapları yaktı ve ardında bir efsane bırakıp gitti.”
Araf pür dikkat dinliyordu, Ulak ise sanki orada değildi. Umut bir masala şahit oluyormuş gibi ellerini göğsünde çaprazlamış bekliyordu.
“Sonra ne oldu?” diye sordu Umut.
“Sonra Karaliçe’nin tahta çıkışı ve ölümler başladı. Babam insanları, Karaliçe’nin zulmünden kaçan insanları, toparladı ve buraya Zalifre’ye yerleştirdi. Babam dedemin en iyi öğrencisiydi ve onun öğrettikleri ile burayı efsunlarla korudu.” dedi Mürşit ve derin bir nefes aldı, “Daha sonra babamın bana öğüdüydü seni beklemem ve seni her ne olursa olsun korumam. Eski günlere dönmemizin bir tek çaresi var, sır o madalyonda gizli ve onu çözebilecek tek kişi de sensin.”
Dinledikleri Umut’u eskilerden çok daha fazla etkilemedi. Yine aynı şeyleri söylüyorsunuz dedi içinden. Yine bir efsane ve yine seçilmiş kişilik. Hiçbirine inanmak gelmiyordu içinden fakat bir gerçek vardı Umut için tek bir gerçek oda Rachel onun için canını feda etmişti. Aynı zamanda Kuzey’in ölümünü görmüştü. Hiçbir şeye inanmasa da bu nedenler onun savaşması ve söylenenleri yapması için yeterliydi.
“Bildiğim tek bir şey var!” dedi Umut, “Artık bir rüyanın parçası değilim. Bütün bu yaşadıklarımın bir rüyanın çok daha ötesinde, bunu biliyorum.” durdu konuşmadı belli bir süre ve etrafını inceledi, “Sizin için elimden gelen her şeyi yapacağım. Bu sizin öykünüz ve ben sizin için bu öyküde yer alacağım!” dedi.
Ulak şaşırmıştı, Umut’tan bu şekilde bir konuşma beklemiyordu. Araf’ın gözleri dolmuştu. Mürşit ise hareketsiz bekliyordu.
“Buradan ayrılmalısın” dedi Sultan, “En kısa zamanda seni güvenli bir yoldan buradan uzaklaştırmalıyız!”
“Nereye gideceğim?” diye sordu Umut.
“Belli bir süre dağların ardına güneye gideceksin, Araf seninle gelecek, Batı ve Doğu’da seninle olacak,” dedi Sultan ve Ulak’a döndü, “Biz, sen burada saklanıyormuşsun gibi davranacağız, Karaliçe sana ulaşmak için bu çevrelerde pusu kuracaktır fakat sen Zalifre’nin dışında olduğun sürece burayı bulamaz.”
“Dağların ardı?” dedi Umut
“Güney” dedi Sultan, “Karaliçe’nin senin gitmeni düşünmediği tek yön olacağını biliyorum, o mutlak suretle batıya onun topraklarına gireceğini düşünecek ve bir yandan burada seni ararken diğer yandan topraklarında madalyonu koruyacak, senin madalyona geleceğini biliyor.”
“Ben madalyona gitmeyecek miyim?” dedi Umut.
“Gideceksin, ama vaktimiz var.” dedi Sultan, “Karaliçe’nin seni buralarda arayıp bulamamasını ve umutsuzluğa kapılmasını bekleyeceğiz.” Sultan’ın gözleri parlıyordu, “Güneye dervişin bahsettiği yere gideceksin.”
“Derviş?” derken mürşit sözünü kesti Umut’un.
“Derviş güneyin gerektiği kadar incelenmediğini söylerdi.” dedi.
“Güneye gideceğiz!” dedi Umut.
Umut gözünü yumduğu her an Kuzey’in bedeninden ayrılan kafasını ve Rachel’in masum yüzünü görüyordu. Ardı ardına bu iki görüntü bütün benliğini kaplıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırmak ve kurtulmak istiyordu ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. Sultan’a bu hikayenin bir parçası olacağım derken aklında sadece bu iki düşünce vardı, gerisini düşünemiyordu Umut. İntikam, Rachel ’i öldüreni bulmak ve ondan Rachel’in intikamını almak istiyordu.
“Ne zaman?” dedi Umut.
“Bu gece yola çıkmalısınız,” dedi Mürşit, “Hava karardığında gizli geçitten çıkacaksınız”
“Umut” dedi Ulak hiç beklenmedik bir anda. Sesi çok kötü ve kısık çıkmıştı.
Umut yüzünü Ulak’a döndü ama Ulak ona bakmıyordu. “Rachel’le birlikte seni arıyorduk, o ikinizin yaptığı konuşmalardan bahsetmişti bana ve en son çınar ağacının yanına geldiğimizde senin oradaki gizli geçidi öğrendiğini fark etik ve o senin arkandan oraya girdi. Onu durdurmadım geri dönüp diğerlerine haber verdim!” sustu Ulak.
Daha fazla konuşamamıştı. Rachel’in ölümünden kendini suçluyordu. Kızını o geçide sokmamalı ve diğer kadınların yanına göndermeliydi. Fakat o öyle yapmayım sadece Umut’u düşünüp diğerlerine haber vermek için geri koşmuştu. Rachel okun önüne atlayıncaya kadar da hiç aklına gelmemişti. Kendini suçluyordu Ulak.
Dakikalar saat gibi geliyor zaman hiç ilerlemiyordu. Bir an bu kadar yavaş geçebilir miydi? Yalvaran gözlerle etrafına bakıyordu Umut, “Ne olur şu anın bitmesine izin verin der gibi”.
“Hazırlanmalısın!” dedi Araf Umut’a.
Hiçbir şey söylemedi Umut. Ne yapacağını bilmiyordu. “ gel” der gibi bir işaret yaptı Mürşit ve önden yürüdü Umut onu takip etti. İkisi birlikte odadan çıktılar.
“Sizler güvende olacak mısınız?” diye sordu Umut, Mürşit arkası dönük bir şekilde bekliyordu.
“Bizler, sen güvende olduğun sürece güvende olacağız!” dedi Mürşit. “Dikkatli olmalıyız Umut, asla tek başına hareket etmemelisin, seni korumamıza izin vermelisin, kendini tehlikeye atmamalısın.”
Umut koşup Mürşit’e sarılıp ağlamayı düşündü. Belki böyle bir şey yaparsa içinde biriktirdiği bütün kötü enerjiyi boşaltabilirdi. Fakat yapamadı. Sadece çok kısık bir sesle, “Tamam!” dedi.
*
Koridorun sonuna geldiklerinde küçük bir odaya girdiler. Odanın duvarları koyu renkliydi. Duvarlarda bazı eşyalar vardı ve bunlar koruma amaçlı elbiselere benziyordu. Değişik boylarda kılıçlar bir tarafta, küçük kamalar bir taraftaydı. Görünüş olarak çok ağır gibiydiler.
“Bunlardan beğendiğini almalısın,” dedi Sultan kılıçları göstererek, “Kendini koruman gerekebilir, ayrıca bu elbiseleri giymen senin için çok daha faydalı olur.”
Umut kılıçlara baktı önce. Her biri birbirinden güzel görünüyordu gözüne. Büyük olanların önünden hızlıca geçti. Kılıçların saplarında değişik işlemeler mevcuttu. Umut iyice baktı kılıçlara ve en köşede gizlenmiş gibi duran, diğerlerinden daha küçük olan bir tanesini seçti.
“Zülfikar!” dedi Mürşit, “Çok uzun zaman önce kullanılmış ve bir benzeri daha olmayan, iki uçlu.”
“Ve hafif” diye ekledi Umut, kılıçtan anlamadığı kılıcı tutuşundan belli oluyordu.
Mürşit Zülfikar’ı Umut’un elinden aldı ve giymesi gereken elbiseleri gösterdi, “Ben dışarıda bekleyeceğim, hazır olduğunda çıkmalısınız!” dedi.
Umut kıyafetlere baktı, koruma amacı taşıyan bir elbiseydi sadece bunlar. Üzerindekileri çıkarıp alelacele Mürşit’in gösterdiği elbiseleri giyindi ve Zülfikar’ın kınını beline bağladı.
Vakit ilerlemiş hava iyice kararmıştı. Mürşit’in evinin salonunda Batı, Doğu, Araf ve Ulak oturuyorlardı.
Kapı çalındı. Selam vererek biri içeri girdi.
“Efendim bende onu koruyanlardan olmak istiyorum!” dedi Askap.
Ardından bir ses daha duyuldu “Bende!”
Ve bir ses daha duyuldu “ Bende!”
Mürşit kapıdan girenlerin yüzlerine baktı. En önde Askap duruyordu, ardında Katre ve Güney. Gelenlerin yüzlerine iyice baktı Mürşit ve bekledi onların bir şeyler konuşmalarını içlerini dökmelerini bekledi ama bu üç delikanlı hiç konuşmadı.
“Hayır!” dedi Mürşit net bir şekilde. Üçünün de konuşmaya yeltendiğini fark edince, “Sizler benimle kalmalı ve Zalifre’yi savunmalısınız,” gelenlerin etrafında birkaç adım attı Sultan, “Çok kalabalık olmamalı…” dedi ve sustu.
“Ama!” dedi Askap.
“Ama,” dedi Sultan, sanki farklı bir planı var gibiydi. “Siz üçünüz farklı bir yöne giderek diğerlerinin daha rahat güneye kaçmalarını sağlayabilirsiniz!”
“Ama!“ dedi Güney ama babası ona baktığında konuşmasını devam ettirmedi.
Bu sırada salona Umut girdi, kılıcını kuşandığında büyük bir savaşçıya benzemişti. Mürşit ona baktı. Gözlerinin içi parlamıştı. Odadaki herkesin tüyleri diken diken olmuştu.
“Vakit geldi!” dedi Mürşit, “Çıkmalısınız!”
“Ulak!” dedi Umut, son bir defa onunla konuşmak istediğini belli ederek, odanın girişindeki üç kişinin yanından hızlıca yürüdü.
“Bir veda olmayacak Umut,” dedi Ulak, “Kısa bir süre için seninle ayrı kalacağız, gelecekteki uzun zamanları yaşayabilmek için!” derken gözleri yaşarmıştı ve diğer tarafa baktı.
Bu arada, “Biz hazırız!” dedi Araf.
“Bizde!” dedi birlikte iki kardeş Doğu ve Batı.
“Sığınaktaki gizli geçidi kullanmalısınız!” diye tekrarladı Sultan, “O sizi Karaliçe’nin adamlarının uzağına, karanlık ormanın güneye giden yolu üzerine çıkaracaktır, eğer sabaha kadar yürürseniz nehre ulaşacaksınız, kızıl nehre!”
Araf başını salladı. Umut hiçbir tepki vermedi. Batı ile Doğu bir ağızdan “Tamam efendim!” dediler.
Sonra hiçbir veda olmadan, arkalarına bakmadan Zalifre’den ayrıldılar.
Güneş batıp ayın ilk hali gökyüzünde yeni yeni belirirken Araf, Batı, Doğu ve Umut sığınaktan geçerek gizli geçide girdiler.
Asıl macera şimdi başlıyordu…