Umut üzerini değiştirip odadan çıktı. Merdivenlerin başında Rachel onu bekliyordu. Umut’u gördükten sonra kafasını eğerek merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladı. Umut peşinden takip etti. Kapıya kadar hiç konuşmadılar. Umut’un dilinin ucuna kadar geliyordu kelimeler ama ağzından hiçbir şey çıkmıyordu. Söze nasıl başlayabilirdi? Merhaba, diyerek başlasa yeterli olur muydu? Acaba onun hakkında ne kadar bilgiye sahipti? Yine sorular sorular sorular… Umut işin içinden çıkamıyordu.
Rachel ise çok utangaçtı. Ağzını bıçak açmıyordu. Ulak bir rehber olmasını ve misafirlerine saklı kenti gezdirmesini istemişti ama kız çok utangaçtı. Umut’un önünden yürüyordu, kafası yere eğikti ve halinden anlaşıldığı üzere misafiri nereye götüreceğini tam olarak bilmiyordu. Belki de bu görev için pek uygun değildi.
Umut, Zalifre sokaklarına inip yürümeye başladıklarında kendisini farklı biri gibi hissetmesine sebep olan tek şeyin şu üzerindeki kıyafetler olmadığını anladı. Burası bir köy havasındaydı. Şehirleşme yok gibi görünüyordu. Tek katlı ahşap binalar vardı. Her taraf ağaçlarla kaplıydı ve güneş Umut’un daha önce hiç göremediği kadar netti. Gökyüzü masmaviydi, kuşların sesi ile insanların ve ağaçların sesleri bir melodi gibi iç içeydi. Daha önce hiç çekemediği kadar temiz havayı içine çekmeye çalışıyordu Umut, evin çevresindeki yoldan yukarıya doğru yürürken. Yol kenarlarında oturanlar vardı, garipseyen gözler Umut’u izliyordu. Onun yürüyüşündeki topallamaları seyrediyorlardı. Aslında her halinden belli idi bir yabancı olduğu fakat yanında Rachel olduğundan dolayı kimin misafiri olduğunu anlamak çok zor olmuyordu. Ulak’ın misafiri ise bir sebebi vardı.
Epeyce yürüdükten sonra daha fazla dayanamadı Umut, çünkü hiç konuşmasa Rachel’de bir şey söylemeyecekti, “Sen,” dedi, net bir şekilde ve Rachel’in arkasını dönmesini bekledi. “Okuyor musun?” Soruyu sorduktan sonra da kendi kendine, bu hayatımda gördüğüm en kötü giriş cümlesi oldu, diye geçirdi içinden. Dakikalar boyunca bu şekilde bir giriş yapabilmek için mi beklemişti?
“Okuyorum,” diye cevap verdi Rachel.
“Kaçıncı sınıfta?” diye sorarken sorduğu sorunun ne kadar manasız olduğunu bilmiyordu Umut.
“Nasıl kaçıncı sınıfta?” Rachel cevap verirken sorulan soruyu anlayamadığı için hafiften kaçlarını çatmıştı
“Yani kaçıncı sınıfa gidiyorsun?”
“Bilmiyorum, ben şu anda saklı kent tarihi ile alakalı bir kitap okuyorum, kitabı öğreticim ablam verdi ve görgü kurallarını tamamlamaya çalışıyorum,” dedi Rachel tek nefeste, neredeyse ilk defa kafasını kaldırmıştı.
“Sanırım biraz farklısınız bizden. Yani anladığım kadarı ile sen hiç okula gitmedin?”
“Okula gittim,” dedi Rachel, “Hala da gidiyorum.”
“Peki, o zaman nasıl oluyor da sınıf kavramını bilmiyorsun. Sınıf arkadaşı, kalabalık dersler, ödevler. Hatta sınıf başkanı?”
Rachel aynı şaşkın, tedirgin ve manasız bakışlarla Umut’a baktı, “Ben tek başıma özel olarak çalışıyorum, buradaki herkes gibi, hem nasıl bir arada çalışacağız ki hepimizin farklı yetenekleri, öğrenme becerileri ve yatkınlıkları var.” Rachel sinirlenince çok heyecanlanıyordu. Tüm cümleyi hızlıca söylediğini fark ettiktendi kendine ve sonrasında keskin bir şekilde bitirdi. Fakat kalbinde kalan birkaç cümle daha olduğu için konuşmaya devam etti. “Mesela ben ablamın dediğine göre çok önden gidiyormuşum ve çok yakın bir zamanda bitireceğim eğitimimi.”
Umut, Rachel bu şekilde hızlı konuşurken kendini, arkadaşlarını, sınıfını düşündü. Yıllarca okuduğu okulları ve yaşadıklarını hatırladı. İnsanların arasında çektiği yalnızlığı ve yarış içerisinde olduğu günleri. Neden ben, dedi içinden bir an, neden yıllarca koşturuldum ki. Sonra da, “Çok şanslısın,” dedi seslice. “Çok şanslı!”
“Neden şanslıyım?”
“İstediğin gibi eğitim alıyorsun ve istediğin kitapları okuyorsun. Ben hiç istemediğim şeyleri öğrenerek geçirdim hayatımı, sevdiğim kitapları okumaya zamanım olmadı ya da okumama gerek olmadığı söylendi.”
Hiç bir şey söylemedi Rachel bu konu üzerine, öylece yürümeye devam etti.
Bu seferde, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu Umut. Rachel hiç konuşmadan, öylece yürüdüğü için.
Rachel kafasını çevirdi, Umut’u şöyle bir süzdü ve sanki dili tutulmuş gibi hiç konuşmadan yürümeye devam etti. Karşıdan gelen iki delikanlının yanlarından geliyorlardı ki konuşmalarına misafir oldular.
“Madalyonun sırrını biliyor musun?” diye sordu delikanlılardan biri heyecanlı bir şekilde diğerine.
“Bir efsane olabilir mi?” diye cevap verdi diğeri, “Herkesin dilinde bir madalyon ama ortada hiçbir şey yok.”
“Fakat ben gerçek olmasını istiyorum.”
“Bende!” dedi diğeri tekrardan, “Fakat bir taraftan da korkuyorum. Çünkü madalyonun sırrından başka bir umudumuz yok. Acaba madalyonun yerini bilen var mı?”
“Elbette yok. Eğer bir bilen olsaydı mutlaka Zalifre’deki her bireyin haberi olurdu. Sultan böyle bir gerçeği kimseden saklamaz.”
İki delikanlı hararetli bir şekilde konuşarak yürümeye devam ettiler ve Umut ile Rachel’den uzaklaştılar.
Biraz daha konuşmadan yürümeye devam ettikten sonra, “Bunlar neden bahsediyor Rachel?” diye sordu Umut.
“Hala ne kadar değerli olduğunu anlamadın mı?” diye sertçe çıkıştı Rachel. Umut böyle bir çıkışı beklemiyordu. “Sen bu şehrin hayallerini gerçekleştireceksin.”
“Anlamıyorum?” dedi Umut, “Gerçekten hiçbir şey anlamıyorum, bilmediğim bir hayali nasıl gerçekleştirebilirim. Ben kimim bilmiyorum!”
“Gel!” dedi Rachel ve Umut’u şehrin dışına doğru uzanan yola soktu. Adımlarını hızlandırarak yürümeye devam ettiler. Güneşin hiçbir gölge bırakmadığı yolun kenarından alınları terleyerek yürüdüler ve ileri de, yeşil çimenlerin ortasında göğe doğru tek başına ellerini açmış gibi yükselen kalın gövdeli bir ağacın dibinde durdular. Umut tükenmişti. Yürüyecek hali kalmamıştı fakat şuan bulundukları yerden Zalifre çok güzel görülüyordu. Şehrin tamamı sanki ayakları altındaydı ve hafiften esen rüzgar tenini okşuyordu.
“Dün gece sen,” dedi Rachel eli ile göstererek, “Şuradaki yeşil alanda sahte Araf ile karşılaşmışsın, daha sonra babamlar şu ileri de gördüğün ormanlık alanda sizi bulmuşlar ve hızlıca eve götürmüşler.”
“Ben kimim?” diye tekrar sordu Umut. Karşısında kim vardı unutmuştu ve her şeyin cevabını şimdi almak istiyordu.
“Sen yıllardır beklenen kişisin,” dedi Rachel. Çok netti. “Yani madalyonun taşıyıcısı.”
“Peki nasıl?”
“Madalyonun sırrını çözecek ve Zalifre’yi açığa çıkaracak kişi!” nefes aldı Rachel, “Bütün bu insanlar, her gününü saklanarak geçiriyor. Korkuyorlar. Karaliçe’nin adamlarının Zalifre’yi bulup tüm çocukları öldüreceğinden ve sadece bir tek umutları var savaşmak için,” bekledi konuşmadı Umut’un yüzüne baktı, “Sen” dedi Rachel, sanki yıllardır içinde sakladığı her şeyi açığa çıkarıyor gibiydi. “Dün akşam babam eve büyük bir heyecanla geldi ve senin şaşkınlığını anlattı. Kimseye bir şey söyleyemediğini ve heyecanını paylaşamayacağını anlattı. Biliyor musun eğer bugün Zalifre sakinleri seni tanısalardı, ne kadar mutlu olurlardı.” Rachel sonra bir nefes çekti içine, “Fakat hayır alınan karar seni saklamak oldu. Çünkü…”
“Kimin aldığı kadar?” diye öne atıldı Umut, “Kimin aldığı karar?”
“Zalifre yöneticilerinin ve Sultan’ın,” dedi Rachel, “Sabah sen uyurken babam aceleyle Sultan ile görüşmeye gitti ve durumu izah etti. Akşam olanları ve Araf ile yaşadıklarınızı anlatmış.”
“Hıh,” dedi Umut, “Bende tam onu sormak istiyordum, benim dün gece ilk olarak tanıştığım Araf kimdi?”
“Karaliçe’nin adamlarından biri,”
“Benim geleceğimi nereden biliyordu?”
“Bilmiyordu. Sadece Karaliçe’nin emri ile oradaydı. Çok uzun bir süredir Karaliçe Zalifre’nin dışındaki ormanlık alanlara ajanlar gönderiyor. Sanırım,” dedi Rachel, bekledi, “Senin geleceğini, zamanın geldiğini tahmin etmeye başlamıştı. Madalyonu bekleyen sadece biz değiliz.”
“Başarılı oldu da!” dedi Umut kafasını öne eğerek, “Madalyonu ele geçirdiler.”
“Hayır!” dedi Rachel, “Başarılı olamadılar, madalyon onların elinde fakat madalyonun sırrını çözecek anahtar yok,”
Umut gülümsedi, yavaş yavaş kaynaşmaya başlamışlardı, “Bu anahtar ben miyim?”
“Hala bunun farkında değil misin?”
“Nasıl olabilir ki! Yıllarca sizin için rüya alemi kadar zayıf dediğiniz bir dünyada yaşadım ve hiçbir şeyden haberim yoktu. Sonra karşıma çıktınız ve sen madalyonun sırrını çözecek anahtarsın diyorsunuz. Sence bunu anlayabilmek o kadar kolay mı?” Ne söylediğini hiç düşünmeden konuştuğunu fark etti Umut. Ağzından çıkan kelimeler sere serpe yayılmıştı ortalığa, şu karşısında uzayıp giden manzaradan gözlerini alamaması her ne kadar gerçekse yanında oturan sarı saçlı kızda gerçekti ve biliyordu. Umut’un bilmediklerini biliyordu. Umut’un göremediklerini görüyordu. Sonra birden aklına gelmiş gibi, “Saat kaç?” diye sordu Umut.
“Güneş batmak üzere,” diye karşılık verdi Rachel, “Ablam eve dönmüştür.”
“Ablanı çok mu seviyorsun?”
“Canımdan çok!” diye kısa bir cevap verdi Rachel.
“Neden?”
“O benim öğretmenim, ablam, dostum, sırdaşım her şeyim. Onun olmadığı bir dünya bir hayal düşünemiyorum.”
Kendi ailesini, arkadaşlarını, Fatma ablasını ve abilerini düşündü Umut. Sonra yerden bir taş aldı. Elinde sıktı taşı, çok sertti ve büyük bir kuvvet ile fırlattı. Ayağa kalktı. Altlarında oturdukları ağacın dallarına baktı, her şey gerçekti ve canlıydı.
“Hala daha sorguluyorsun değil mi?” diye sordu Rachel.
“Neyi”
“düş mü? gerçek mi?”
“Evet, kalbim ile aklım aynı şeyleri söylemiyor.”
“Cevabını bulmak çok zor olacak senin için!”
Evet, cevabını bulmak çok zor olacaktı Umut için ama o bir cevap bulmak istemiyordu. Şu anın geçmesini istemiyordu belki de her şeyin bir anda durmasını ve hiç nefes almamayı istiyordu. Ardında bıraktığı hayatta çok yalnızdı, şimdi yanında duran kızı tanımıyordu ama ilk defa biri ile bu kadar yakın konuşabilmişti. Hayatını özetleyebildiği her kelime kasvetliydi ama şimdi, güneşin doğuşuna ve batışına şahit oluyordu. Toprağın kokusunu içine çekiyordu ve açık söylemek gerekirse ardında bıraktıklarını hiç özlemedğini fark etti.
Güneş karşılarındaki tepenin ardından batıyordu. Işık oyunları yapıyordu şehrin tavanları arasında ve yapraklardan yüzlerine gelen yansımalar bir ilki yaşattırıyordu Umut’a.
“Bu görüntüyü her izlediğimde, son olacakmış gibi geliyor. Karaliçe’nin gelip Zalifre’yi bulacağından korkuyorum, belki de tüm şehir korkuyor.”
“Zalifre’yi neden bulamıyor?”
“Tabii ki,” dedi Rachel, “Zalifre gizli efsunlarla korunur. Bu sebeple efsunları aşamadan bu şehre ulaşamazsın.”
“Evet evet biliyorum. Araf’ın yaptıklarından bahsediyorsun.”
“Doğru!” dedi Rachel, “Zaten bu sebeple koruyucular ve görevliler dışında hiç kimsenin ikinci surların önüne çıkmasına izin verilmiyor. Askap abimde koruyuculardan.” Cümlesi bittikten sonra eliyle ikinci surları gösterdi Rachel ve sonrasında “Hadi gidelim artık!” dedi.
Toprak yolu takip ederek geri döndüler. Yaşlı ağacı bir başına bırakırken güneşte onlarla birlikte ayrılıyordu. Şehrin üzerine hafiften bir karanlık çökmüştü ve ay kendini belli etmeye başlamıştı. İnsanlar evlerine çekilmeye başlamışlardı.
“Zalifre’de kaç kişi yaşıyor?” derken sesi kesildi Umut’un.
“Bilmiyorum ama büyük bir şehir burası” diye cevap verdi Rachel. Sonra adımları giderek hızlandı. Evin önüne geldiklerinde Ulak onları bekliyordu. Bir taşın üzerine oturmuştu ve yanında bir delikanlı vardı. “Baba!” diye uzaktan seslendi Rachel.
“Kızım,” diyerek öne doğru atıldı Ulak, yanındaki delikanlı arkada kalmıştı, bekliyordu. “Güzel bir gezinti oldu mu?” diye sorarken soruyu kime yönelttiği belli olmamıştı ama cevabı Rachel verdi.
“Tepelik kısma gittik ve yaşlı ağacın dibinde oturduk.”
Ulak yüzünü Umut’a dönmüştü ondan da bir cevap bekliyordu. Fakat bir karşılık alamadı. Umut hiçbir şey söylemedi. Öylece bekledi.
“Biliyorum,” dedi Ulak, “Burada olanlar, yaşadıkların… her şey gözüne saçma sapan görünüyor, haklısında, ne olduğunu anlayamadın!” nefesi kesildi Ulak’ın “İstersen, sultan bizi bekliyor, onunla görüşmeye gidebiliriz.” Bekledi, eliyle arkasındaki delikanlıyı göstererek, “Aynı zamanda bu da oğlum Askap.”
*
Gece şehrin üzerine iyice çökmüştü. Dolunay belli oluyordu, tıpkı yusyuvarlak bir elma gibi ama bembeyazdı, apaydınlıktı. Önde Ulak, ardında Askap ve Umut yürüyorlardı. Şehrin dar sokakları dolunay ile aydınlanıyordu. Evler birbirine çok benziyordu ve ardı sıra yer alan ara sokaklarda ip gibi dümdüz değil de eğri büğrü dizilmişlerdi.
“Buradan!” dedi Ulak, eli ile kendisine benzer iki evin arasında yer alan tahta kapılı ahşap evi gösteriyordu. Kapı kapalıydı. Ulak kapıya yaklaştı ve kapının solundaki demir tokmağı üç kere vurdu, kapı açılmıştı. Eşikten yavaş adımlarla içeri girerken Ulak arkasından gelmelerini söyledi. İçerisi sessizdi. Uzun bir koridor onları karşılamıştı. Koridorun sonunda da sakallı orta yaşlı bir adam onları bekliyordu. Önde Ulak, ardında Umut ve Askap bekliyorlardı.
“Hoş geldiniz!” dedi sakallı orta yaşlı adam misafirlerine doğru ilerlerken.
“Hoş bulduk!” diye karşılık verdi Ulak.
“Buyurun, buyurun bu taraftan sofra hazır sizi bekliyoruz” derken sağ tarafta bir odayı işaret etti adam.
Yuvarlak bir masa vardı ortada, üzerinde çeşitli meyveler ve yiyecekler vardı, sekiz tane boş tabak vardı.
“Lütfen,” dedi adam Umut’un yanına yaklaşarak, sandalyeye oturmasını istiyordu. “Çekinmeyin, lütfen”
Ona söyleneni yaptı Umut ve kendisine gösterilen yere oturdu. Hiçbir soru sormadı. Ulak ve Askap’ta Umut’un karşısındaki sandalyelere oturdular. Onların dışında odada dört genç adam daha vardı onlarda misafirlerin ardından masadaki yerlerini aldılar. En son sakallı orta yaşlı adam sofradaki yerini aldı.
“Bu akşamki önemli konuğuma hoş geldin demeyi bir borç biliyorum,” dedi önce ve iki defa öksürerek konuşmasını sürdürdü. “Sevgili oğlum, burada olmanın bizi ne kadar mutlu ettiğini bilemezsin. Biliyorum aklında birçok soru var ve büyük bir şaşkınlığın içindesin. Dilimin döndüğü kadarı ile sana yaşadıklarını ve bizi nelerin beklediğini anlatacağım ama öncelikle hem seni tanımak hem de kendimizi tanıtmak istiyorum. İstersen önce tanışalım!” sesi çok gür çıkmıştı sakallı orta yaşlı adamın.
Umut kalbinde kıpırdanmalar hissetmişti, heyecanlanmıştı. Hayatında ilk defa böyle resmi bir yemek masasında oturuyordu. Karşısında oturan adamın konuşma şekli ve yüzü onu çok etkilemişti. İçinden büyük bir saygı uyandı bu adama karşı, aynı zamanda rahatlamıştı, bu akşam aklındaki birçok soruya cevap bulabilecekti.
“Önce kendimi tanıtayım,” dedi adam. “ Adım Mürşit, bu evin sahibi ve Zalifre şehrinin çalışanlarındanım!” eli ile sağ tarafını işaret ederek “Bunlarda oğullarım Doğu, Batı, Kuzey ve Güney,” sıra ile oğullarını işaret etmişti. “Bu akşam sizinle birlikte olmaktan dolayı duyduğumuz mutluluğu kelimelerle anlatabilmek imkânsız, hoş geldiniz.”
Daha sonra Ulak konuştu ve en kısa şekliyle son yaşananları anlattı. Ardından Askap’ta birkaç kelime ederek görevi hakkında kısa bilgiler verdi. Sonunda sıra Umut’a gelmişti. Ne diyeceğini tam olarak bilemiyordu Umut, kendisini bu insanlara nasıl tanıtabilirdi ki, ne diyebilirdi? Okuduğu okuldan bahsetmesi, ailesi hakkında konuşması ne kadar doğru olabilirdi? Bekledi… Bu masada neden oturduğunu düşündü… “Ben Umut!” dedi. Odaya birden bir sessizlik çöktü. “Bilmiyorum, size ne kadar doğru gelecek veya beni anlayabilecek misiniz, emin değilim, fakat bu gece her şeyi konuşmak istiyorum. Neler yaşandığını ve neden burada olduğumu öğrenebileceğimi düşünüyorum!” dedi, sesi heyecanlıydı.
“Elbette” diye müşfik bir ses tonuyla cevap verdi Mürşit. “Bu akşam burada olmamızın nedeni senin sorularını yanıtlamak ve kendimizi sana anlatabilmek, bu masadaki herkes seni çok iyi anlayabiliyor, bundan emin olabilirsin ve elimizden geldiğince sana yardım edeceğimizi de bilmelisin.”
Kalbinde bir ferahlama hissetti Umut. Artık güvende olduğunu düşünüyordu. Masanın etrafına bir kez daha göz gezdirdi ve hepsinin yüzüne baktı. Sonra sakin bir şekilde konuşmaya başladı, “Her şey o mahzene inmemiz ile başladı. Kamil Amcanın mahzenindeki kitaplıkta dikkatimi bir kutu çekti ve bir merdiven yardımı ile kutuya uzandım. Açtım. Madalyonu gördüm. Kalbimin sesini dinleyerek madalyona dokunmak istedim. Elimi uzattım. Sonrasında ise kendimi gecenin karanlığında yemyeşil bir ormanda buldum.” Hikayenin öncesindeki her şey tastamam bu kadardı. Sonra Umut, biran durakladı ve nefes aldı, ardından konuşmaya devam etti, “Sonrası ise daha garip, Araf’ı karşımda buldum, tabi ki önce sizin sahte dediğinizi ve başıma gelenleri biliyorsunuz!”
“Evet, başınıza gelenleri Ulak’tan dinledim. Fakat benim öğrenmek istediğim senin ne düşündüğün ve kalbinden geçenler. Bütün bu anlattıkların sıradan bir kişinin görebildikleri, ben senin hislerinle ilgileniyorum. Çünkü önemli olan bu!” dedi Mürşit.
“Siz benim yerimde olsaydınız ne düşünüzdünüz acaba?” kızgınca söylemişti bu cümleyi Umut. “Hayatım birkaç saniyede değişti, oysa o madalyona dokunmadan önce aklımda arkadaşlarımla oynayacağım oyun vardı ama şimdi sizin yanınızdayım ve bambaşka bir ortamda başıma neler geleceğini düşünüyorum!”
“Çok haklısın, seni çok hızlı bir olaylar zinciri yakaladı, üzgünüm ama elimizden geldiğince çabuk seni sakin bir ortama çekmeye çalıştık. Önce dinlenmeliydin, kalbini sakinleştirmeliydin ve güvende olduğunu hissetmeliydin. Bugün Zalifre sokaklarında dolaşmanı bu sebeple istedim!” Mürşit gülümsüyordu. “Fakat, bilmen gereken çok önemli bir şey var! İnan ki senin şu anda burada olmana sebep ne benim ne de bu masada oturanlar.”
Masadakiler hep birlikte Mürşit’e baktılar. İki yanında oğulları vardı. İki defa ikiz evlat vermişti eşi ona. Önce Doğu ve Batı koymuştu oğullarının adını, iki yıl sonra doğanlara ise Kuzey ve Güney demişti. Şimdi büyükler yirmi altı, küçükler yirmi dört yaşında idi. Sağ tarafında Doğu ile Batı oturuyordu, solunda ise Kuzey ve Güney. Ve yanlarında sırası ile Ulak Umut ve Askap vardı.
“Peki bana açıklayabilir misiniz?” dedi Umut. “Neden ben buradayım? Neden bir başkası değil de ben?”
“Senin burada olma nedenini açıklayabilirim fakat neden senin burada olduğunu açıklayamam. Buradasın çünkü madalyon seni seçti, madalyon sonunda aradığı kişiyi buldu ve sırlarını sen çözeceksin.”
“Hangi sırlar bunlar?”
“Seni buraya getiren ve yıllardır beklediğimiz Zalifre’nin umudu olan sırlar!” dedi Mürşit ve etrafındakileri şöyle bir süzdükten sonra ellerini sakalına götürdü ardından konuşmasına devam etti “Açık konuşmak istiyorum, madalyonun sırlarının neler olduğunu sadece sen bilebilirsin. Şöyle ki senin dışında kim madalyona dokunursa dokunsun hiçbir şey olmayacaktır. Sıradan bir madalyon sadece. Fakat madalyon senin eline geçtiği zaman sırlarını açar ve gerçeklere sahip olabilirsin.”
“Ama madalyon şu anda bende değil” dedi Umut.
“Evet” dedi Mürşit, yüzünü ekşiterek, “Madalyonu Karaliçe aldı ve sırlara sahip olarak kurtulduğunu düşünüyor olabilir. Hatta şu anda madalyonu yok etmeye çalışıyor veya kimsenin bulamayacağı herhangi bir yere gömüyor olabilir,” Sözlerinin sonunda Mürşit’in yzünde bir gülümseme belirdi, “Keşke öyle yapsa ve madalyonu bir yere gömse.”
“Neden?”
“Çünkü ona asla zarar veremez, o yıllardır sana ulaşmak için bekledi, sahip olduğu efsunlar onu korur ve eğer Karaliçe onu bir yerlerde parçalayarak veya gömerek yok edebileceğini düşünürse çok yanılır. Çünkü o seni çekecektir ve daha önce bulduğu gibi zamanı geldiğinde seni bir daha bulacaktır.”
“Bu nasıl olacak ki?” diye soru Umut.
“Daha önce nasıl olduysa, mesela hiç anlam veremediğin rüyalar görmüyor musun?”
“Evet, görüyorum!” dedi Umut, aklına gece boyunca gördüğü fakat sonrasında hiçbir şey hatırlayamadığı rüyalar geldi. “Fakat herkes rüya görür, bu beni özel kılmaz ki!”
“Elbette herkes rüya görür ama senin gördüklerinin bir anlamı var. O rüyalar seni buraya taşıdı ve bundan sonrası içinde ışık tutacak.”
Konuştukça Umut’un kafası daha fazla karışıyordu, “Bana madalyon ve sırlarından söz eder misiniz?”
“Madalyon!” dedi Mürşit içini çekerek. “Dervişin Madalyonu, çok uzun yıllar önce, ben dâhil bu masanın etrafındaki hiç kimse, daha dünyada yokken kaybolan madalyon. Yıllar madalyonu geri getirecek ve sırlarını çözecek anahtarın aramıza katılmasını bekleyerek, saklanarak geçti. Şimdi o anahtar ve dervişin madalyonunun sırlarını çözecek kişi karşımda duruyor.”
“Derviş?” dedi Umut.
“Derviş” dedi Mürşit, “Büyük Hükümdar!” başka da bir şey söylemedi. Masada bir sessizlik oluştu. “Kimine göre bir efsane, kimine göre bir inanış ve kimilerine göreyse sadece bir hayal fakat inananlarına göre ise eski güzel günleri geri getirecek yegâne çözüm, dervişin madalyonu. Merak ediyorsun biliyorum kim bu Derviş diye? Anlatacağım. Ama bana izin ver, ben yaşlı bir adamım, bu heyecanı öyle bir anda kaldıramıyorum.” etrafına bakındı Mürşit, birkaç derin nefes aldı, “Karaliçe Dervişin bulduğu ölümsüzlük şurubunu istemişti fakat Derviş buna yanaşmadı ve Karaliçe’ye bu şurubu vermedi”
Umut önündeki yiyeceklere hiç dokunmamıştı daha, sadece Mürşit’in gözlerine bakıyordu.
“Tabiî ki Karaliçe onu tutsak etmek istedi ama karşısındaki kişiyi tanımadığı için çok hafife aldı ve hata yaptı. Derviş bildiği tüm sırları yazdı ve efsunlu bir madalyonun içine sakladı ve alemimizi kurtaracak birinin mutlaka bir gün geri geleceğini söyleyerek aramızdan ayrıldı. Karaliçe çok sinirlendi buna ve büyük bir ordu ile saldırıya geçti. Dervişte çevresindeki inananlarıyla birlikte kaçtı, bu kenti, Zalifre’yi, inşa etti ve o gün bu gündür biz burada Karaliçe’nin zulmünden uzakta yaşıyoruz. Her günümüz sadece bir efsaneye inanarak geçti.”
“Efsane?” dedi Umut, “Benim doğru kişi olduğuma inanıyor musunuz?”
“Sen inanmıyor musun?”
Umut aklından geçeni kalbinin süzgecinden geçirmeden konuştu, “Hayır!”
Mürşit konuşmadı. Önce içinde bulundukları odanın duvarlarına baktı. Sarı duvarlar ve ahşap bir tavan, kandiller ile aydınlanmıştı oda. Fazla büyük sayılmazdı, ortada yuvarlak bir masa vardı ve pencerelerin olmadığı duvar tarafında da altı raflı bir kitaplık vardı, yerler ise eski hasırlar ile örtülüydü.
Mürşit konuşmadı. Masa başındakileri şöyle bir süzdü gözleriyle. Sağ tarafında büyük oğulları vardı, Doğu ve Batı, kendisine benziyorlardı, uzun yüzlü elmacık kemikleri belliydi, kaşları kalın ve neredeyse birleşikti. Diğer tarafta ise diğer oğulları Kuzey ve Güney vardı, onlar annelerine daha çok benziyordu, babaları kadar esmer değillerdi ve yüzleri biraz daha yuvarlaktı. Kaşları inceydi, gözleri iriydi, saçlarının ön tarafları dökülmüştü. Ulak masum bakışıyla Kuzey’in yanında oturuyordu ve onun yanında da Askap vardı, yüzündeki sert tavır ve çatık kaşları bir asker olduğunu çok iyi belli ediyordu.
Sonra, “Buyurun yemeklerimiz soğumasın” dedi Mürşit ve ilk lokmayı ağzına attı.
Farklı bir cümle bekliyordu Umut ama çevresindekiler Mürşitle birlikte yemeğe başlamışlardı. Masadaki kimse konuşmuyordu. Arada Ulak ile göz göze geliyorlar ve o gülümsüyordu.
Vakit iyice ilerlemişti. Yemek bitmiş son lokmalar alınmıştı. Mürşit hala konuşmuyordu, Umut ise sorular sormak istiyordu. “Ben!” dedi Umut kalabalığın dikkatini üzerine çekerek “Buradan nasıl ayrılabilirim?”
“Bilmiyorum,” dedi Mürşit, diğerlerinden önce konuşarak. Ulak’ın yüzüne baktı. Sonra kafasını tekrar Umut’a çevirerek konuştu, “Sanırım bunun cevabını da madalyonun sırlarına ulaştığımızda öğreneceğiz”
“Ya madalyona ulaşamazsak?”
Kimse cevap vermedi fakat bu Umut için en anlaşılır cevaptı. Ya madalyonun peşinden gitmeliydi ya da ömrünün sonuna kadar burada bu soruların cevabını düşünerek yaşamalıydı ve gün be gün kendine neden ben diye sormalıydı.
“Neden Ben!”